8 Ocak 2019 Salı

HIZ, HAYATIMIZI NASIL ETKİLİYOR? YAPAYLAŞAN VE MUTASYONA UĞRAYAN İNSAN





İnsan İlişkileri Neden Yapaylaşıyor?
Birçoğumuz enflasyonun ekonomik açıdan ne olduğunu biliriz, ama bunun etik değerlerimize ve insan ilişkilerimize nasıl yansıdığını pek düşünmeyiz.
Önce enflasyon nedir? Latince kökenden gelen bu terim, kabarmak (balon yapmak) demektir. İktisatçının dilinde ise bu, pahalılık ve satın alma gücünün düşmesi demektir.
Peki bunun insan ilişkileriyle ne ilişkisi var?
Enflasyon üretimi yapılan malın değerlenmesi ama buna karşılık insanın sahip olduğu paranın değer kaybetmesi demektir. Bir bakıma başkasının ürettiği malın değeri yükselmekte, bizim sahip olduğumuzun değeri ise düşmektedir. Karışımızdaki insan değerlenirken biz değersizleşiyoruz. Bunu şimdi bir kenara not edelim ve devam edelim.
Enflasyon aynı zamanda, mevcut para değer kaybettiği için, ama pazarda sıkıntı çekilmemesi için devletin onun miktarını artırması demektir. Yani enflasyon aynı zamanda değersizleşirken paranın çoğalması da demektir. Bir düşünün, bir milyonumuz var ama onunla tuvalete bile gidemiyoruz. Bunu da şimdilik bir yere not edelim ve devam edelim.
Enflasyonun en önemli göstergelerinden biri de paranın (tabii ki değer kaybetmesinden dolayı) sirkülasyonunun artmasıdır. Yani eskiden aldığınız maaşla hem ay sonunu getirebiliyor hem de birazını yastık altında saklayabiliyorken, enflasyonla birlikte yeni maaşınızla ayın sonunu getiremiyorsunuz. Yani elinizdeki para çok hızlı bir şekilde piyasada buharlaşıyor. Kısacası paranın sirkülasyonu baş döndürücü bir hızla artarak devam ediyor. Değersizleştiği için paranız hızla tükeniyor, yani el değiştiriyor. Size yeniden dönmesi de bir o kadar hızda oluyor. Eskiden beş bin lirayı ancak bir senede kazanabilirken şimdi onu iki ayda kazanıyorsunuz. Yani beş bin lira, yılda bir kez sirküle olurken şimdi bu hız iki aya düştü. Yani para değersizleşirken el değiştirme hızını da günden güne artırıyor. Eskiden bin lirayla bir yıl boyunca bol bol geçinebilirken şimdi beş bin lira ancak iki aya dayanabiliyor. Dolayısıyla sürekli "ah, şu eski günler" deyip duruyoruz.
Şimdi esas konumuza, yani başlıktaki soruna gelelim.
İnsanlık tarihinin en eski metinleri (Sümerlerin, Kadim Hintlilerin, Çinlilerin ve Mısırlıların) insanın ahlaki olarak sürekli bozulduğunu, o eski adil, hakkaniyetli, güvenilir, dost, yardımsever, iyiliksever, sevecen, tok gözlü, ilkeli insanın kalmadığını vurgulayıp dururlar. Buradan da yeni kuralların gelmesi gerektiğini söylerler. Dinlerin ortaya çıkmasının sebebi budur. Felsefenin ortaya çıkışının nedeni de esas olarak budur.
En eski felsefi metinler özellikle iki unsura ele atarlar. Bunlardan biri varlık sebebimizi anlamak ve kavramaksa diğeri ise toplumsal bozulmayı önleyecek ahlaki ilkelerimizin nasıl olması gerektiğine yöneliktir. İnsan, güneşin neden hep doğudan doğduğunu, yağmurun neden yağdığını merak ederken, aynı zamanda insanın neden yozlaştığına, kuralların neden bozulduğuna da kafa yormuş ve buna çareler üretmiştir.
Felsefe, insanın yozlaşmasının nedenini ahlaki çöküntüde görmüş ve buna ilişkin düsturlar geliştirmiştir. Felsefeye göre insan doymak bilmez olduğu için bozulmaktadır. Bu kısmen doğrudur, çünkü bunun nedeni daha derinde yatar. İnsan sadece iradesinin dışında cereyan eden toplumsal kuralların bir esiridir. Peygamberlerse bu sorunu Tanrıdan aldıkları vahiy ile çözmeyi vaat etmişlerdir. İnsanın yozlaşmasının, toplumların bozulmasının, “insanın birbirinin kurdu” olmasının nedenini felsefe bir türlü anlayamamıştır. Ne zamana kadar? En geç 19. yüzyıla kadar. Ta ki birileri bu bozulmanın nedeninin enflasyon olduğunu söyleyene kadar. Bu işin şakası, bunu söyleyen olmamıştır, ama bu bozulmanın nedeninin ekonomik ilişkilerden, yani üretim ve bölüşüm ilişkilerinden kaynaklandığını söylemişlerdir. Thomas More, Meslier, Babeuf, Robespierre, Sismondi, Weitling, Owen ve nihayetinde Marx, bunun nedenini ekonomik ilişkilerde, yani üretim ve bölüşüm ilişkilerinde görmüşlerdir.
Bu yazıyla basit bir sömürü sömürülen eleştirisini tekrar etmeyeceğiz. Kanımızca içinde bulunduğumuz durumun esas nedeni daha da derinde yatmaktadır.

Fazla Mal, Hızlı Değişim, Baş Döndürücü Tüketim
Yeniden başa dönersek… İktisadi bir kavram olan enflasyon, günlük dilde şişme, kabarma, balon yapma demektir. Etkisini ise ekonomik hayatta paranın miktarının aşırı çoğalmasında, banknotların hacminin büyümesinde, hızla elden ele dolaşmasında ve bir bakıma onun hayalete dönüşmesinde; yani varlığı hissedilen ama bir türlü bir yerde sebat etmemesinde görürüz. Kısacası enflasyonla birlikte paranın aşırı miktarda çoğaldığını ama aynı şekilde değersizleştiğini de görürüz. Bugün elimizdeki banknotların sıfırları buna işarettir. İnsanlar eskiden enflasyonu, altın ve gümüş sikkelere katılan bakırın miktarında veya sikkelerin hileyle hafifletilmesinde hissederdi. Krallar altın ve gümüş sikkelere bakır karıştırırdı veya gramajını düşürürdü. Bugünlerde sıklıkla düğünlerde takılan altınların sahte çıktığına dair haberler okuruz. Eskiden en küçük altın çeyrek altındı, şimdi birçok insan düğünlerde 1 gram altın takmaya başlamış. Bu da enflasyona bir işarettir. Halkın alım gücü azaldıkça, taktığı altının miktarı da azalmaktadır (bunu insan ilişkilerindeki değersizleşme olarak da okuyabiliriz).
Enflasyon sonuçta malın bolluğu, ama alım gücünün zayıflaması demektir. Bu durum insan ilişkilerini hem dolaylı hem de doğrudan etkiler. Daha doğrusu insanların birbiriyle olan ilişkisinin karakteri (toplumsal yaşam, kültür-sanat hayatı, bilim, yönetim, eğitim ve doğrudan insani ilişkileri) üretimin nasıl yapıldığıyla, üretilen ürünün nasıl değiş-tokuş edildiğiyle ve bu ürünlerin nasıl ve hangi hızda tüketildiğiyle doğrudan bağlantılıdır.
Çok çok eskiden insanlar esas olarak tüketebilecekleri kadar üretir ve sonra da ihtiyacından biraz arta kalanını, başkasının ürettikleriyle doğrudan takas ederlerdi. İnsanlar bu takas sürecinde buluşur, görüşür, bilgi alış verişinde bulunur, yeni havadisleri paylaşır, hal hatır sorar, dertleşir ve akşam olunca da evine dönerdi. Üretilen malın kalitesi ve miktarı bilinirdi, pazardaki takas edilme yöntemi de açık ve doğrudandı. Takas edilme sürecindeki insan ilişkisi oldukça şeffaftı. Yalan, iki yüzlülük, dalavere de olurdu ama hemen açığa çıkardı.
İnsanların ufku üretim yaptığı köyle ve muhtemelen haftada bir kurulan pazar “beldesiyle” sınırlıydı. Karşı dağın ardını çok az insan görebiliyordu ki bunlar da esas olarak ya yönetici kesimdendi ya da din adamı veya maceraperestlerdi. Dolayısıyla toplumsal değişim de oldukça ağır seyrediyordu. Kurumlar, yargı usulleri, yönetim işleri, ahlaki normlar, insan ilişkilerindeki davranış yöntemleri vb. oldukça basit, öngörülebilir ve çerçevesi kalın hatlarla belirlenmişti. Değişmeyen bu ilişkiler zaman zaman sıkıntı yaratırdı ama sıradan insana rahatlık (huzur) ve güvence de sağlardı.
Dolayısıyla biraz basitleştirmek kaydıyla, insan ilişkilerindeki değişikliklerin temel dinamiğini pazardaki alış veriş yöntemi ve tarzı belirlemekteydi. Haftada bir kurulan pazardaki alış veriş sürecindeki görüşmeler, fikir alış verişi, yöntemlerdeki yeniliklerin takas edilmesi, yeni bulunan madenler, geliştirilen yeni aletler ve teknikler vs. hızla günlük hayatta uygulanıyor ve böylece değişimin hızı da nispeten artmış oluyordu. Pazarların haftada bir kurulmasını tesadüfler değil, ihtiyaçlar belirliyordu. İhtiyaçların çoğalmasıyla, yani üretimin artması ve yoğunlaşmasıyla pazarların sayısı da artmış, çapı büyümüştü. İlk dönemlerde sadece ihtiyaçları karşılamak için kurulan pazarlar, zamanla sermaye biriktirmenin, kâra kâr katmanın, kısacası vurgun vurmanın arenası haline gelmişti.
Pazarlar, insanların  ihtiyacını karşılamak için buluştukları yer olmaktan çıkmış, büyük üreticilerin, sadece büyük kârlar elde etmek için başkalarını çalıştıran tüccarların, simsarların denetimine geçmişti. Pazarın karakteri bütünüyle değişmeye yüz tutmuştu. Zamanla pazarlar sadece büyük toptancıların buluşma noktası haline gelecekti. Bugün artık bu iş borsada ve internet üzerinden yapılmaktadır.
Pazarın karakterinin değişmesiyle birlikte, yani insanların pazardan çekilmesiyle birlikte karşılıklı ilişkileri de günden güne azalmış ve yok denecek noktaya gelmiştir.
Eskiden hayat basitti, şeffaftı, kurallarsa katı ve kalın hatlarla çizilmişti. Zamanla hayat karmaşıklaştı, ilişkiler daha bir girift hale geldi. Kurallar incelmişti insan da “medenileşmişti”. Bunu şuna benzetebiliriz. Eskiden köy evlerinin kapı ve pencereleri en sağlam ve dayanıklı ahşaptan yapılırdı, ama görünümü basitti ve oldukça kabaydı. Bugün evlerimizin kapı ve pencereleri oldukça ince işlenmiş, göz kamaştıran cilalarla kaplı, karmaşık düzeneklerle donatılmış ama en basit bir darbede dağılıp giden malzemeden üretilmiştir. Eskiden ilişkiler basitti, kurallar katıydı, değişim de oldukça yavaştı ama ilişkinin bir ağırlığı ve değeri vardı. Bir söz namus demekti ve ölmek için yeterliydi. Bugünse kurallar uçucu, sözlerinse hiçbir kıymeti yok; ilişkilerse maskeli ve aldatıcı.
Şimdi yeniden enflasyon ve pazar metaforuna dönersek: ezelden beri insan ilişkilerinin dinamizmini, yani değişme hızını ve kalitesini malın üretim hızı, malın değiş tokuş hızı ve malın tüketim hızı belirlemektedir. Malın ancak ihtiyaca göre üretildiği, değiş tokuşun doğrudan yapıldığı ve kanaatkar yaşayarak ihtiyacından fazlasını tüketmeme tutumunun belirlediği alışkanlıkların yerini şimdi malların ne kadar ve nasıl üretildiğini bilmediğimiz, onların nasıl değiş tokuş edildiğini bilmediğimiz ve nasıl tüketildiğini de bilmediğimiz bir yaşam tarzı almıştır.
Her şey baş döndürücü bir hızla üretiliyor, değiş tokuş ediliyor ve tüketiliyor. Dolayısıyla her şeyde bir bolluk var ama hiçbir şeyin tadı tuzu yok. Peki bütün bunun sorumlusu kim veya ne?

Mutasyona Uğrayan İnsan!
İnsanın insan tarafından sömürülmesinin zirvesini şu anda içinde bulunduğumuz kapitalizm dönemi oluşturmaktadır. Sermaye sürekli büyümek ve çoğalmak (birikmek, yoğunlaşmak) için insana bin bir çeşit olanaklar yaratır; insanın aklına bin bir çeşit yöntem ve araç getirir. Kurnazlık, hile, üçkağıt, madrabazlık vs. gibi yöntemler istisna oluşturur. Kapitalizmin başvurduğu yöntem ve araçlar esasta akla, işlevselliğe ve rasyonelliğe dayanır. Aksi takdirde ömrünü bu kadar uzun bir süre devam ettirmesi imkansız olurdu.
Örneğin kapitalist üretim sürecinde “değer” birbirinden farklı kılık ve biçimlere bürünerek varlığını devam ettirmektedir. İnsan emeğinin somut bir ifadesi olan “değer”, üretim, pazar ve tüketim sürecinde karşımıza önce “sermaye”, sonra “mal”, “kâr”, “faiz”, “rant”, “ücret” ve en sonunda da “para” olarak çıkmaktadır. Bu kavramlar her zaman özdeş olmamakla birlikte, en son tahlilde özdeş hale gelirler. Dolayısıyla paranın değer kaybı, yani enflasyon, aslında emeğin değersizleşmesidir. Olaya sadece insanın yarattığı emeğin değersizleşmesi olarak bakmayalım, aslında değeri kaybolan emekçinin/insanın ta kendisidir. Emeğin değersizleşmesi, sadece işçinin/emekçinin aldığı ücretin değer kaybetmesi değildir; emekçinin ürününe ve kendine yabancılaşması da değildir, çünkü o ezelden beri vardır; aslında değersizleşen şey insanın yarattığı HER ŞEYDİR: KÜLTÜR, SANAT, HUKUK, DEVLET ORGANLARI, TOPLUMSAL KURUMLAR, MAKAMLAR, İTİBARLAR, SİYASET MAKAMI, PARTİLER, AHLAK NORMLARI VE İNSANİ İLİŞKİLER…
Bunların hepsi kapitalist düzenin gözle görülen ve işlevsel olan kurum ve ilişkileridir. Eğer kapitalizmi bir canlı bedene benzetirsek, değersizleşen (hastalanan ve çürüyen) şeyin aslında bedeni meydana getiren organ ve canlı dokunun ta kendisi olduğunu görebiliriz.
Aslında gelmek istediğimiz esas yer tam da burasıdır: artık insanoğlunun ürettiği hiçbiri şey uzun erimli olamamaktadır. Şeylerin tüketim (kullanım) tarihinin kısalmasıyla, içerdiği değerin miktarı da azaltılmıştır. Piyasada bollaşan paranın değeri enflasyonla, yani onun el değiştirme hızıyla birlikte onu yaratan emekçinin ürettiği her şeyi değersizleştirmiştir.
Baş döndürücü bir hızda devir atan üretim-değiş-tokuş ve tüketim süreci, toplumsala ait olan her şeyin ömrünü kısaltmaktadır. Bu eşyanın tabiatında vardır. Tüketimin hızı, daima yeniliği kışkırttığı gibi, yeni olanı da (ihtiyaç olsun olmasın) kitlelerin nezdinde arzulanır hale getirmektedir. Medya, eğitim, sosyal medya, ahlaki ilkeler, reklam teknikleri, yaşam tarzlarının manipülasyonu vs. bu durumun yaratılmasını kolaylaştırmaktadır. Böylece sanat, siyaset, edebiyat, kurum ve ilişkiler de sürekli yeniyi temsil etmek zorunda kalmaktadırlar. Yeniye yönelik dayanılmaz arzu, her şeyi anında eskitmektedir. Bu arzunun gerçekleşme hızını, muazzam bir hızla üretilen, dağıtılan ve tüketilen ürünün yarattığı imaj belirlemektedir. Kuşkusuz bu yapay arzu, eskinin her zaman yeni olandan daha iyi olduğu anlamına gelmez. Neticede herhangi bir yenilik gerekli olabilir, ancak bu gerekli olan yeninin de kısa bir süre sonra buharlaşarak yerini bir başka yeniye terk edeceği kesindir. Herkesin 15 dakikalığına da olsa meşhur olmasının sebebi işte bu üretim ve tüketim hızının dayanılmaz sirkülasyonudur.
Sadece günlük hayattaki ilişkilerimiz değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve bilimsel başarılarımızın da ömrü kısalmıştır. Yaratılan değerler (cumhuriyetçilik, sosyal dayanışma, adalet, hakkaniyet vb. kavramlar) gibi kazanılan mevzilerin de ömrü, sermayenin yoğunlaşma hızıyla, yani üretilen malın tüketim hızıyla eşgüdüm içindedir. İlerleyen yıllarda kazanılan mevzileri uzun süreli koruma çabası daha da zorlaşacaktır. Dikkat çekmek istediğimiz esas nokta budur.
İnsanlığın yarattığı toplumsal ilişkiler ilk kez bu derece bozulmaya yüz tutmuştur. Çünkü toplumsal ilişkilerde ciddi bir mutasyon söz konusudur. Matrix filmini bilmeyenimiz yoktur. Film, bozulan veya tersine dönmüş insan-makine ilişkisini anlatır. Sermayenin kapitalizmle, daha doğrusu sermayenin insanla olan ilişkisi de aynı durumdadır. Normal yaşamda sermayeye hükmeden insandır (kapitalist). Ancak iş artık tersine dönmüş, sermaye yoğunlaşmak (birikmek ve çoğalmak) için üretim-tüketim hızını olağan üstü artırmak zorunda kalmış ve sürekli yoğunlaşmaya kodlandığı için de kapitalist bireyi hizmetçisi haline getirmiştir.
Sermaye insan olmadan hiçbir şeydir, ancak o insanı, onun zaafını (hükmetme, imkansızı başarma, yenilik icat etme, olmayanı yaratma ve başarılı olma hırsını) kullanarak, yani onu kendi amacı için maniple ederek kendi varlığını kuşaklar boyunca güvence altına almıştır. Burada yeni bir durumla karşı karşıyayız. Canlı ile cansız madde bir ittifak halinde kaynaşmış ve iç içe geçmiştir. Akılla, denetimsizlik, düzenle, kaos, gereklilikle yapaylık; ilk kez bu derecede yoğun bir şekilde iç içe geçmiştir. Daha doğrusu binlerce yıldır varlık gösteren bu organizma (sömürüye dayanan hakimiyet ilişkisi) artık kontrol edilemez bir noktada bulunmaktadır. Çünkü içinde bulunduğumuz üretim ve tüketim ilişkileri ağı en mantıklı olanımızı bile cenderesine almıştır.
Diyelim ki eskiden belli miktardaki bir sermaye, yüz kat artabilmek/yoğunlaşabilmek için yüz yıl çalıştırılıyorken bu süre şimdi on yıla indi. Eskiden üretilen bir ürün insanlığın yüzde ellisine elli yılda ulaşıyorken, bugün bu süre birkaç yıla indi. Eskiden imparatorluklar ve güçlü devletler ömürlerini birkaç asır boyunca devam ettirebiliyorken, bugün bu süreç birkaç on yıla inmiştir. Aynı durum bilim, sanat, kültür, edebiyat, siyaset ve teori alanında da görülmektedir. Ürünlerin tüketim hızı (aslında bu yaşam döngümüzün hızıdır) hayatın her alanını etkisi altına almıştır. Hız ve hızın yarattığı zorlama, denetlenemez bir boyut kazanmıştır. Ölümcül hızla birlikte tüketimin genleşmesi, yoğunlaşması ve yaygınlaşması artık toplumda kendi içinde çökmelere neden olmakta; yayıldığı alanları tüketerek bir bakıma yaşayan her şeyin canını alarak onları zombileştirmektedir. Nasıl ki rekabetin ve pazardaki değiş tokuş hızının sonucunda içten içe kaynayan ve zamanla sınırlarını patlatan ilk toplumlar, denetleyemedikleri bir hızın etkisiyle ortadan kalkmışlarsa, içinde bulunduğumuz toplumlar da denetleyemedikleri üretim-tüketim hızı nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıdırlar. Hatta artık yavaş yavaş yok olmaktadırlar.
Son günlerin en önemli haberlerinden biri şuydu: Bilgisayar şirketi Apple, dünyanın en büyük ve en zengin şirketi haline gelmiştir. Değeri tam bir trilyon dolardır. Onu bir internet satış ağı olan Amazon ve yine onu bir internet şirketi olan Google takip etmektedir. Artık enerji devleri, bankalar, otomobil ve inşaat şirketleri sıralamanın çok çok altlarında yer almaktadırlar. İnternette yaptığımız her işlem, Google’ın, Facebook’un vb. reklam kârlarına yeni kârlar katmaktadır. Üretimin, pazarlama ve tüketimin hızı, gerçek (rasyonel) üretim yapan şirketleri iktisadi hayatın dışına sürüklemektedir. Bir bakıma elle tutulan, gözle görülen, somut varlıklar değer kaybederken, görünmeyen, sanal ortamda varlık gösterenlerse aşırı değerlenmektedir. Değerlenenlerse geri tepme yoluyla gerçek hayatımızı sanal hale getirerek bizleri yapaylaştırmaktadır.
Son yıllarda dikkat çeken bir başka gelişmeyse, toplumsal ayaklanmaların, isyanların ve kitle hareketlerinin anlık patlamalar şeklinde ortaya çıkmalarıdır.
Üretim-dağıtım ve tüketim hızının toplumsal hareketleri etkilememesi olanaksızdır. Kitlesel patlamalar artık daha ilkesiz, daha az ömürlü ve daha az örgütlü hale gelmişlerdir. İnsan psikolojisinin irrasyonelliği ve kitle hareketlerinin uğradığı mutasyon, yeni bulgular temelinde (bilimsel, felsefi, teknolojik açıdan) incelenmeli ve değerlendirilmelidir. Bütünlüklü bir düşünsel yönelime ihtiyaç olduğu çok açıktır.
İklimlerin temelde uğradığı değişiklik, mevsimleri de iç içe geçirmiştir. Aşırı sıcaklar, aşırı yağışlar, aşırı soğuklar gelip geçici değilse, o zaman içinde yaşadığımız kentlerin örgütlenmesini (konutların yapısı, caddeler, sokaklar, dereler, kanalizasyon sistemi, çöpler, parklar, ısınma ve enerji tüketimi vs.) yeniden temelden düşünmek gerekir. Sadece kentlerin ve konutların yapısını değil, aynı zamanda ulaşım yöntemini, tarım ve hayvancılığı, tatil anlayışını, doğanın mevcut yapısını (göller, dereler, ırmaklar, yaylalar, kıyılar, ekilebilir araziler vb.) yeniden düşünmek gerekir. Teknolojinin imkanlarıyla kentleri betonlaştırabildiğimizi kanıtladık, ama aynı zamanda derelerin, su kanallarının, kanalizasyon sistemlerinin çok kısa bir süre içinde iflas ettiğini de göstermiş olduk.
Yeniden toparlarsak, sermayenin yoğunlaşmasının zorunlu bir sonucu olan üretim-pazar-tüketim humması (aşırı ısınma) bütün ilişkiler gibi kazanımlarımızı da kısa ömürlü hale getirmektedir.
Aydınlanma ve modernleşme dönemlerinin (birkaç kuşaklık dönem) hemen ardından baş gösteren gerici dalga, barbarlaşma ve canavarlaşma belirtileri insan iradesinin dışındaki olgulardır. Bunun temel nedeni, üretim ve tüketim hızının yarattığı insan ilişkisinin karakteridir. İnsan bu ilişkiler ağında çaresizdir, mutasyona uğramış ve esir alınmıştır.
Sanırız teorik anlamda bu süreç iki aşamada yavaşlatılabilir veya kırılabilir.
Sermayenin üretim sürecini yeniden düzenleyerek, yani üretimi ihtiyaca uygun hale getirerek, ama aynı zamanda tüketim hızını kamçılayan alışkanlıklarımızı kökten değiştirerek. Aksi takdirde insanlık daha büyük felaketlerle karşı karşıya kalacaktır.


KİTAPLARIM 1- DÜNYAYI DEĞİŞTİREN DÜŞÜNÜRLER CİLT 1-2-3-4-5





Felsefenin Şafağı: Hint, Çin, Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa'sı

Felsefe ne zaman ortaya çıktı ve hangi tarihsel süreçlerin ürünü oldu? İdealizm mi yoksa materyalizm mi daha önce ortaya çıktı? Tarihten günümüze değişmeyen felsefi bir çizgi var mı?
Elinizdeki bu eser, sadece yukarıdaki sorulara yanıt aramıyor, aynı zamanda Kadim Hindistan ve Çin’den başlayarak uygarlığın ayak izlerini takip ediyor; felsefenin Hint, Çin, Antik Yunan-Roma ve Rönesans Avrupa’sında ortaya çıkışının tarihsel-toplumsal koşullarını inceliyor. Toplam beş cilt olarak hazırlanan bu eserde, düşünce ve eylemleriyle insanlık tarihine yön vererek dünyayı değiştiren düşünürlerin ve filozofların temel eserlerinden seçkiler yer alıyor.
Dünyayı değiştiren düşünürleri yakından tanımak, ortaya koydukları muazzam eserlerden yapılmış seçkilerden hareketle düşüncelerine nüfuz etmek isteyenlerin her zaman ellerinin altında bulundurmaları gereken bir yapıt.
Birinci cildin kapsamı şöyle: Hint Vedaları, Uddalaka, Konfüçyüs, Lao Tzu, Me-ti, Anaksimandros, Herakleitos, Demokritos, Platon, Aristoteles, Epikür, Lucretius, Seneca, Leonardo da Vinci, Luther, Erasmus, Müntzer, Thomas More ve Kopernik.



Rönesans'tan Aydınlama'ya Yeni Bir Çağın Doğuşu

Dünyayı değiştiren düşünürleri yakından tanımak, ortaya koydukları muazzam eserlerden yapılmış seçkilerden hareketle düşüncelerine nüfuz etmek isteyenlerin her zaman ellerinin altında bulundurmaları gereken bir yapıt.
İlk ciltte Hint Vedaları’ndan başlayarak Kadim Çin, Antik Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa’sına kadar getirilen seçki, ikinci ciltle de sürdürülüyor.
Rönesans’tan Aydınlanma çağına kadarki dönem, insanlık tarihinde sadece modern felsefenin doğuşunu muştulamıyor; aynı zamanda yığınların etkin bir şekilde katıldığı devrimler çağını da haber veriyor.
Sadık Usta, 16. yüzyıldan başlayarak 18. yüzyılın sonlarına kadar uzanan bu eserde, Rönesans ve Aydınlanma’ya yol açan toplumsal koşulları, dünyayı değiştiren düşünür ve filozofların yaşamlarını ve eserlerini özgün sunuşlarla inceliyor.
İkinci cildin kapsamı şöyle: Bodin, Bruno, Bacon, Galileo, Campanella, Hobbes, Descartes, Milton, Spinoza, Leibniz, Meslier, Montesquieu ve Locke.


Aydınlanma, Fransız Materyalizmi, Amerikan ve Fransız Devrimleri

Birinci ve ikinci ciltte Hint Vedaları’ndan Kadim Çin’e, Antik Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa’sına kadar getirdiğimiz seçki, üçüncü ciltle sürdürülüyor.
Kadim çağlarda başlayan felsefi arayış; yani maddenin özünün ve hareketinin yasalarının ne olduğu tartışmasıyla başlayan süreç, artık, insanın ve toplumların doğasının ve değişiminin sosyal yasalarının saptanmasıyla taçlanıyordu. Aydınlanma Çağı ve özellikle de Fransız materyalizmiyle tarih sahnesine çıkan baldırı çıplaklar, o güne kadar tarihte eşi görülmemiş radikal düşünce ve eylemlerle dünyayı yeni bir çağın eşiğine getiriyordu. Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’yle birlikte hem burjuvazinin iktidarı mutlaklaşıyor hem de sanayileşme hamlesiyle modern kapitalizm çağı başlıyordu.
Diğer ciltlerde olduğu gibi bu eserde de Sadık Usta, 18. yüzyıldan başlayarak, 19. yüzyılın başlarına kadar uzanan süreçte, dünyanın değişimine önemli katkıda bulunan düşünürlerin fikirlerini ve yaşamlarını inceliyor.
Üçüncü cildin kapsamındaki düşünürler, metinler ve olaylar şöyle: Diderot, d’Alembert, Voltaire, La Mettrie, Rousseau, Helvetius, d’Holbach, Thomas Jefferson, Thomas Paine, Robespierre, Saint-Just, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi, Fransız Devrimi Anayasa Taslakları.


Ekonomi Politik, Alman İdealizmi, Rus Halkçılığı ve Marksizm

Bundan önceki üç ciltte Hint Vedaları’ndan başlayarak Kadim Çin’e, Antik Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa’sına; oradan da Aydınlanma dönemi ve modern ideolojilerin ortaya çıktığı 19. yüzyıl Avrupa’sına kadar getirdiğimiz seçki, dördüncü ciltle devam ediyor.
Burjuvazi, Amerikan ve Fransız Devrimi’nde “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” vaadiyle iktidara gelmişti. Ancak sanayileşme ve kapitalist üretim, emek sınıflarını sefalete mahkûm etti. Dolayısıyla, Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri olan İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya ve Çarlık Rusya’sında yeni ve adil bir düzenin, eşitlikçi bir üretim ve bölüşümün mümkün olup olamayacağına ilişkin felsefi tartışmalar neşet edecekti. Bu çağ aynı zamanda, “yeni ideolojiler çağı” da olacaktı.
İngiliz ekonomi politiği, Alman idealizmi, Marksizm ve Narodnizm olarak bilinen “Rus Halkçılığı” bu cildin ana unsurlarını oluşturuyor. Diğer ciltlerde olduğu gibi bu eserde de Sadık Usta, dünyanın değişimine yaşamsal katkılarda bulunan düşünürlerin fikirlerini ve yaşamlarını inceliyor.
Dördüncü cildin kapsamındaki düşünürler şunlar: F. Quesnay, A. Smith, D. Ricardo, Sismondi de Sismondi, Kant, Hegel, Feuerbach, Belinski, Herzen, Marx ve Engels.


Dünyayı Değiştiren Düşünürler 5
El-Kindi’den İbn Sina’ya, Gazzali’den İbn Haldun’a, İslam Felsefesi - Mutezile - İhvan-ı Safa Din-Felsefe Tartışmaları

Bu kitapla birlikte 5 cilt olarak tasarlanan “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” serimizi de tamamlamış oluyoruz. “Felsefenin şafağı” olarak adlandırdığımız ilk anlardan başlayarak uygarlık ve felsefe tarihinin ayak izini, 19. yüzyıl sonlarına kadar takip etmiştik. Dünyayı Değiştiren Düşünürler V ile eksik kalan ara aşamayı, İslam uygarlığı aşamasını da ilave etmiş oluyoruz. Bu çalışmada Hz. Muhammed, el-Kindi, er-Ravendi, er-Razi, el-Maarri, Farabi, İbn Sina, Gazzali, Ömer Hayyam, İbn Rüşd ve İbn Haldun’un düşüncelerini ele aldık. Ayrıca Mutezile ve İhvan-ı Safa akımlarını inceledik. Söz konusu on bir düşünürü ve iki düşünce akımını, İslam uygarlığındaki kritik ve çığır açıcı rollerinden ötürü tercih ettik.
Elinizdeki kitap, özellikle iki kesim göz önünde bulundurularak yazıldı. Bunların ilki, İslam uygarlığının tarihsel gerçekliğini ve geçmişte medeniyete yaptığı büyük katkıyı önyargılarından ötürü yok saymayı bir marifet sanan kimi laik-ateist çevrelerdir. İslam’ın geçmişte oynadığı rol başka, bugün ona siyasi açıdan yüklenen işlev başkadır. Bu iki tarihsel dönemi (8-12. yüzyıl ve günümüz) ve Müslümanların tarihte oynadıkları rolleri birbirinden ayırmak gerekir.
İkinci kesimse, hurafelere dayanan, şişirme hikâye ve efsanelerle süslenmiş İslam tarihine yapılan her verimli, olumlu ve ciddi eleştiriyi İslam’a, Hz. Muhammed’e ve Allah’a bir hakaret sayan bazı muhafazakâr-İslami çevrelerdir. Ne yazık ki bu çevre, söz konusu tutumuyla geri kafalı fanatik akımlara hizmet ettiğinin ve sonuçta onların “cephaneliğine barut taşıdığının” farkında değildir. Çalışmamızın bu iki grup için de cevap niteliği taşıdığına ve yeni tartışmalara kapı aralayacağına inanıyoruz.

7 Ocak 2019 Pazartesi

BİN YIL ÖNCE KUR'ANI VE PEYGAMBERİ SORGULADI: İBN ER-RAVENDİ


Bağdat'ta Kur'an tartışmaları...


İslam Dünyasında Aydınlanma Girişimleri

İBN ER-RAVENDİ ÖRNEĞİ
İslam tarihi araştırmacılarının en çok merak ettikleri ve dolayısıyla da önem verdikleri dönem 9. ve 10. yüzyıldır. Nedeni çok basit: Müslüman toplumların, devlet ve toplumsal kurumlarının, bilim alanlarının ve henüz oluşmakta olan Müslüman kişilik yapısının esas olarak bu yüzyıllarda şekillenmiş olmasındandır.
Söz konusu yüzyıllar aynı zamanda coğrafi genişlemenin sağlandığı, yeni halk ve kültürlerle karşılaşıldığı, kadim uygarlıklara ait metinlerin birbiri ardına çevrildiği, Hikmet Evi (Üniversite)’nin kurulduğu, muazzam sayıda kitap barındıran kütüphanelerin inşa edildiği, deyim yerindeyse eski kitaplara kavuşmak için savaşların yürütüldüğü, tazminat olarak Platon’un, Galenos’un, Aristoteles’in eserlerinin talep edildiği yüzyıllardır…
Yeni tezler, kelam, tartışmalar, itirazlar da esas olarak bu yüzyıllara aittir…
Ve ideolojik kapışmalar…
Dolayısıyla söz konusu iki muazzam yüzyıl aynı zamanda, kavramların netleştiği, ama aynı zamanda gelenek ve göreneklerin sorgulandığı; olguların yeniden ve farklı şekilde yorumlandığı, sürdürülegelen iddiaların aklın süzgecinden geçirildiği en özgür tartışma ortamının olduğu yüzyıllardı. Bunun nedeni “salt özgürlükçü ortamın” sağlanması değil, fakat toplumsal-ekonomik ve siyasi koşulların gereğidir. Bu koşullar ortadan kalktığında da söz konusu özgür tartışma ortamı kendiliğinden ortadan kalkmıştır.
O günün siyasi-kültürel iklimini anlamak bakımından yüzyıllarca önce aktarılan şu örnek çok önemlidir.
Endülüs’ten Bağdat’a giden bir din adamı orada yaşadıklarını yakınlarına, şöyle anlatır:
“İki kez toplantılara katıldım, ama üçüncüsüne gitmeye doğrusu çekindim. Niçin mi? Düşünün bir kere, ilk toplantıda koyu (Ortodoks) Müslümanların ve ana ilkelerden farklı düşünen (Heterodoks) Müslümanların yanı sıra, ateşe tapanlar [Mecusiler], materyalistler, tanrıtanımazlar [zındıklar], Yahudi ve Hıristiyanlar… Kısacası toplantıda, her çeşit dinsiz vardı.
Her mezhebin kendine has görüşlerini savunan bir konuşmacısı bulunuyordu ve bunlardan birinin şeyhi, kapıdan içeri girdiğinde herkes saygıyla ayağa kalkıyor ve mezhebin önderi yerine oturmadan kimse yerine oturamıyordu. Salon neredeyse tıka basa dolmuşken dinsizlerden biri söz aldı ve şöyle konuştu:
‘Bilimsel konularda tartışmak amacıyla toplanmış bulunuyoruz. Herkes önkoşulumuzu biliyor. Siz Müslümanlar, kendi din kitabınızdan alınmış ya da peygamberinize atfedilen sözlere dayanarak bize karşı kanıtlar ileri sürmeye kalkışamazsınız, çünkü biz ne söz konusu kitabınıza ne de peygamberinize inanıyoruz; buradaki herkes yalnızca insanın akıl ve mantığında temellendirilebilen nedenlere dayanabilir.’
Bu sözler, genel bir alkışla karşılandı. Bu ve benzeri sözleri duyduktan sonra böyle toplantılara neden katılmak istemediğimi artık anlarsınız. Başka bir toplantıya gitmeye beni ikna ettiler; dayanamadım gittim, gene aynı skandalla karşılaştım”.[1]
Bu yüzyıllar hem verimli tartışmaların yapıldığı hem de siyasi ve kültürel açıdan muazzam değişikliklerin, alt üst oluşların yaşandığı, ama en çok da bilimin temellerinin atıldığı dönemdir.
Ne yazık ki felsefi ve siyasi tartışmaları yansıtan eserlerin, risalelerin ve rubailerin (Al-Maari, Ömer Hayyam vb.) çok küçük bir kısmı günümüze kadar gelebilmiştir.
Bunların bir kısmı henüz geniş kesimler tarafından okunmadan yok edilmiş, bir kısmı ise adeta unutulmaya terk edilmiştir. Özellikle aykırı düşünce ifade eden, muhalif görüşte olan ve özellikle de özgür düşünceli olan Mutezile akımına mensup yazarların eserleri yok olup gitmiştir.[2]
Bu eserlerin birçoğunun adlarını, içerdikleri konuları, nelerden bahsettiklerini kısmen o da başka yazarların eserlerinden biliyoruz. Ancak buna rağmen bu kitapları okuyabilmek veya en azından bazı bölümlerinden haberdar olmak kimi zaman bir mucize sayesinde olmuştur. Bazı yazarların söz konusu kitaplardan bahsettikleri veya bunlardan geniş alıntılar yaptıkları veya bunların özetlerini verdikleri olmuştur. Ancak çoğunlukla bu alıntılar, söz konusu düşünürlerin görüşlerini alaya almak veya ileri sürdüğü argümanları çürütmek veya onu karalamak için yapılmıştır. Örneğin Büyük Selçuklu veziri Nizamül Mülk’ün Siyasetname’si böyle bir eserdir. Nizamül Mülk eserinde çeşitli mezhep ve tarikatlardan; şahsiyetlerden ve ideolojik akımlardan bahseder, onların görüşlerini aktarır ama bunu daima olguları çarpıtarak, tek taraflı aktararak ve karalamak amacıyla yapar.
Fakat bu bile bilim dünyası açısından büyük bir nimettir, çünkü aksi takdirde bu eserlerden, mezhep ve akımlardan haberdar olmak hiç mümkün olamayacaktı. Siyasetname gibi eserler bu açıdan çok değerlidir, çünkü bu sayede kaybolmuş eserlerden, onların içeriklerinden ve yazarlarından da haberdar oluyoruz.
Haberdar olmamız, içeriğini bilmemiz gereken önemli eserlerden biri de İbn er-Ravendi’nin Zümrüt Kitabı (Kitab az-Zumurrud)’dır. Bu kitap da muhtemelen yok edilmiş veya çıkarılan kopyaları bir köşeye atılarak unutulmaya terk edilmiştir. Fakat şu talihe bakın ki er-Revandi’nin kitapta dile getirdiği düşüncelerin önemli kısmı, Fatimi halifesi al-Mustansir[3]’in hüküm sürdüğü yıllarda yaşamış Şiilerin en önde gelen önderinden biri olan al-Muayyad fi d-Din as-Shirazi’nin kaleme aldığı kitapta yer almaktadır. Al-Muayyad, er-Revandi’yi eleştirmek amacıyla onun kitabından kendi kitabına aldığı uzun pasajlar (bunların kısmen tahrifata uğradığını kabul etmeliyiz) sayesinde kitap hakkında önemli bilgilere sahip oluyoruz. El-Muayyad’ın kitabı, 20. yüzyılın başında özel bir kütüphanede bulunmuş, Alman bilim adamı Paul Kraus tarafından bilim dünyasına kazandırılmıştır.
Fakat ondan önce H. S. Nyberg de 1925 yılında, Ebul Hüseyin el-Hayyat’ın Kitab al-İntisar adlı eserini yayımlamıştı ki bu eser, radikal bir Şii perspektifinden İbn er-Revandi’nin kaleme aldığı Kitab fadıhat al-Mu’tazila’ın bir eleştirisiydi. Şunu da belirtelim ki el-Hayyat’ın kitabı, Cahiz’in yazdığı fadılat al-Mu’tazila’ya bir yanıttı. El-Hayyat’ın kitabından edindiğimiz bilgilerle al-Muayyad’ın kitabındaki bilgiler bire bir örtüşmektedir.
Aynı şekilde er-Revandi’nin özellikle de Kur’an’a yönelik eleştirilerini içeren Kitab al-Damiğ’den bazı pasajlara al-Cavzi’nin kaleme aldığı ve bir tarih kitabı olan Kitab al-Muntazam fi’t-Tarih’te rastlıyoruz ki bu kitap da ünlü Orientalist Helmut Ritter  tarafından ve tabii ki başka birçok risaleyle birlikte İstanbul kütüphanelerinde bulunmuş ve Almancaya çevrilerek bilim dünyasına kazandırılmıştır.[4] Bu sayede İbn en-Nedim’in Fihrist’te yer verdiği er-Revandi hakkındaki bilgiler de anlam kazanmıştır. Ancak er-Ravendi’ye ait pasajların ve alıntıların 20. yüzyılın başlarında keşfedilmesinden sonra bile onun hakkında çok fazla bilgiye ulaşılmış değildir. Yazarlar onun görüşlerinden bahsetmekte ancak hayatına dair çok az bilgi vermektedirler. Belki de onlar da bu bilgilere sahip değillerdi.

Er-Revandi’nin Kökeni
Ebu’l Hüseyin Ahmed bin Yahya bin İshak er-Ravendi, 9.-10. yüzyıllarda yaşamış Heterodoks düşünürler kategorisi içinde yer alan en önemli düşünürlerden biridir. İbn Nedim’in verdiği bilgilere göre Er-Ravendi,  Horasan’nın Merverrüz kentinde doğmuş[5] ancak onun ne doğum tarihi ne de ölüm tarihi bilinmektedir. Birçok düşünürde görüldüğü gibi uzun yaşamadığı, 30-40 yaşları civarında öldüğü (857 veya 913 senesi) tahmin edilmektedir.[6] Hayatının sonuna doğru Kur’an ve diğer semavi dinler hakkındaki eleştirileri ve peygamberi açıktan aşağılayan risaleleri dolayısıyla tepki görmüş ve o da Bağdat’ı terk etmek zorunda kalmıştır. Sonraki yüzyıllarda ise ulema ve bazı muhafazakar İslam düşünürleri tarafından sapkın görüşlü olarak damgalanmış ve görüşlerinden dolayı zındıkla suçlanmıştır.
Er-Ravendi hakkındaki tarihsel kayıtlar muhtelif içeriktedir. Kimi onun Mutezile, kimi Brahmancı kimi de bir Şii daisi olduğunu iddia etmiştir. Günümüzde etkin olan İslam araştırmacıları ve tarihçileri de aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen er-Ravendi hakkında ortak bir görüşe sahip değillerdir. İsrailli İslam kültürü uzmanı Sarah Stroumsa, er-Revandi’yi özgür düşünceli bir düşünür olarak nitelendirirken, Josef van Ess ise onun “görüşlerinde sağlam olmayan” bazı unsurlar keşfetmekte ve onu “işin eğlencesinde olan” biri olarak tasvir etmektedir.[7]
Kraus’a göreyse er-Ravendi “hırslı” biriydi ve “Mutezile çevresinin ona dar gelmesi” nedeniyle önce onlardan uzaklaşmış veya bu çevreden dışlanmış; sonraki yıllardaysa Mutezile akımına karşı sert eleştirilen içeren risaleler kaleme almıştır.
Peki er-Revandi neler söylemiş ve neleri eleştirmiştir?

Er-Revandi’nin Eleştirileri
İbn er-Revandi, İslam kültür dünyasında Kur’an ve peygamberlik kurumuna eleştiri yönelten ilk düşünürlerin başında gelir. Fakat bu eleştirilerini onun kendi kaleminden okuma fırsatımız yoktur, çünkü eserleri kayıptır. Müslüman düşünürler içinde ondan bahseden çok sayıda yazar vardır, fakat geçtiğimiz yüzyılın 30’lu yıllarına kadar çok fazla bir şey bilinmiyordu. Şu talihe bakın ki İbn er-Revandi’nin eserlerinden önemli alıntılar yapan İbn al-Muayyed Şirazi’nin kitaplığının bulunmasıyla birlikte bilim dünyası er-Revandi hakkında daha çok bilgiye sahiptir.
Peki, İbn er-Ravendi'nin görüşleri nelerdir?
İbn er-Ravendi, Mutezile çevresinden uzaklaştıktan sonra önce Şii davasının ateşli savunucularından biri olmuş, bu dönemde ardı ardına risaleler kaleme almış, ancak sonra Rafizi Ebu İsa al-Varrak’ın etkisinde kalarak[8] serbest düşünceli çevrelerle tanışmış ve onların en vurucu üsluba sahip teorisyeni olmuştur. Horasanlı düşünür er-Revandi’nin keskin üsluplu risaleleri, sadece İslam’ı ve Kur’an’ı değil bütün semavi dinleri hedef alır.
İbn er-Ravendi’nin fragman halinde de olsa günümüze kadar ulaşan eserleri şunlardır:
Hemen hemen bütünlüklü olarak Hattat’ın Kitab al-İntisar’ında yer alan Kitap fazihat al-Mutazile. Bu kitap, Cahiz’in Mutezile akımını savunan görüşlerine bir eleştiridir.
İbn al-Cavzi’nin Muntazam fi’l-tarih’inde birçok parçaları içerilen Kitab al-Damiğ ki ibn er-Ravendi bu eserinde Kur’an’ın bazı kısımlarına çok sert eleştiriler yöneltmekte ve ayetlerde dile gelen iddiaların akıl ve mantıkla uyuşmadığını belirtmektedir.
Önemli bölümleri İsmaili Daisi al-Muayyad’ın fi’l-Din in Mecalis’inde yer alan Kitab al-Zumurruz ise er-Revandi’nin şaheseridir diyebiliriz.
Bu eserinde İbn er-Ravendi, peygamberlik kurumunu ve özellikle de  Hz. Muhammed’in peygamberlik iddialarını çok şiddetli bir şekilde eleştirmekte ve şunları söylemektedir: 
Peygambere atfedilen mucizeler, birer uydurmadan ibarettir. Kur’an ne vahiy edilmiş bir kitaptır ne de anlaşılabilen ve taklit edilemez bir güzelliğe sahiptir. Peygamberler ancak gaipten haber verenlerle veya sihirbazlarla mukayese edilebilir.
İbn er-Ravendi görüşlerini açıklarken, Platon’dan bildiğimiz diyalog/tartışma ve sohbet üslubuna başvurmakta ve söyleyeceklerini de bir Brahman’a söyletmektedir. Bu nedenle de birçok insan söz konusu eseri Brahmanların kutsal kitaplarından biri sayma hatasına düşmüştür.
Aynı şekilde er Revandi’nin İslam açısından (aslında bütün semavi dinler demek daha doğru olur) tartışılması bile zındıklıkla suçlanmaya yol açacak kadar ağır olan bir iddiada bulunmakta ve hem peygamberlik kurumunun gereksiz hem de Hz. Muhammed’in iddialarının akılla uyuşmaması nedeniyle peygamberlik iddiasının gerçeklikle uyuşmadığını ileri sürer.
İbn er Revandi akılcı düşünürlerdendir. Her şeyi aklın süzgecinden geçirmeyi önerir ve kendi de öyle yapar. Hatta ona göre akıl, Tanrının insanlara bahşettiği en büyük nimettir.” İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik onun olguları değerlendirirken akla başvurmasıdır. “Akıl, Tanrının insanlara verdiği en büyük nimettir. İnsan aklı sayesinde Tanrıyı, onun verdiği nimetleri bilir; emir ve yasak, iyi ve kötü onunla gerçekleşir.
Dolayısıyla er-Revandi aklın hükmünü, aklın tartışılmaz yetkinliğini peygambere de uygular. Ona göre "peygamber, eğer gerçekten Tanrının elçisiyse inananlardan akılla uyuşmayan şeyler isteyemez ve buna yönelik hükümde bulunamaz." Örneğin “namaz, gusül abdesti, hacda şeytan taşlama, Kabe’yi tavaf etme; nitelik açısından birbirinden farkı olmayan tepeler arasında koşup durma; yine birbirinden hiçbir özellik farkı taşımadıkları halde bazı tepelerin kutsal görülmesi, bazılarınınsa ‘şeytani” olması nedeniyle taşlanması akılsızcadır" ve dolayısıyla anlamsızdır. Bu sadece söz konusu ritüellerin anlamsızlığını kanıtlamaz, aynı zamanda peygamberlik kurumunu (yalana dayanması dolayısıyla) Tanrının desteğinden yoksun bırakır ki o zaman o gereksizdir.
İbn er-Revandi’nin peygamberliğe karşı ileri sürdüğü en önemli kanıtları gerçekleşmesi imkansız olan mucizelerdir. Bu mucizelerin gerçekleştiğini iddia edenler ya ortak çıkarları gereği yalan söylemektedirler ya da bir sihirbazın ve sahtekarın oyununa gelmişlerdir.
İbn er-Revandi, Müslümanların her fırsatta dile getirdikleri Tanrının peygambere, başı sıkıştığında meleklerle yardıma geldiği iddialarına da itiraz eder. "Eğer bunlar gerçek olsaydı Muhammed, Uhud Savaşı’nda nasıl ölümden zor kurtulmuş olabilirdi ki? Muhammed’in savaşta dişinin kırılması, yüzünün parçalanması, böğründen yaralanması ve hatta cesetlerin altına saklanarak canını kurtarması, Tanrının meleklerinden bu kadar destek görmesine rağmen nasıl olmaktadır?"
Er-Revandi’ye göre “Tanrı mantıksız olan hiçbir şey önermez. Ama eğer peygamber, akla uymayan kurallar koymuşsa, o zaman bunlar Tanrının kuralları olamaz ki o zaman peygamber yalan söylemektedir. Ama eğer peygamber akla uyan bazı kurallar getirmişse, o zaman da peygambere ihtiyaç yoktur, çünkü her insan bunları kendi keşfedebilecek akli yetiye sahiptir." Ayrıca er-Revandi, Kur’an’ın dilinden, peygamberin konuştuğu Arapçadan hareketle Kur’an’ın ve Arapçanın olağanüstülüğünü de tartışmaya açar. Ona göre "her kavmin dili sadece en seçkin insanlar tarafından en doğru şekilde kullanılabilir. Doğaldır ki o seçkinler içinde de bir kişi özellikle en iyi konuşandır. Bunun peygamber olması olağandır, ama bu yeti ona peygamberlik statüsü kazandırmaya yetmez. Ayrıca dillerin, müzik gibi sanat eserlerinin, bilimlerin peygamberler tarafından iddia edilmesi saçma bir iddiadır. Kutsallığını kanıtlamak ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini kanıtlamak için ileri sürülen bu argümanlar temelsiz iddialardır. Örneğin bir müzik aletinin nasıl yapılacağını, bir tahta üzerinde gerilmiş kurutulmuş hayvan bağırsağına dokunulduğunda hoş sesler çıkar. Bunu yapabilmek için peygamber olmaya gerek yoktur."

Yine er-Revandi dillerin oluşumundan hareketle, "insanlığın kökeninin bilinemediğini, dillerin ezelden beri kuşaktan kuşağa aktarıldığını, evrenin sürekli ileriye doğru hareket ettiğini ve dünyanın dışındaki gezegenlerde de canlı türlerin olabileceği"ni ileri sürerek bütün İslam kanonunu reddetmekte ve tartışmaya açmaktadır. Er-Revandi’ye göre "aklın olduğu yerde peygamberlik gereksizdir."
Kur’an’ın insanlara vadettiği cenneti de aklın süzgecinden geçiren er-Revandi’ye göre insana vaaddilen “tadı hiç değişmeyen [bozulmayan] süt ırmakları (Sure 47,15)” çiğ sütten oluşmalıdır ki aklı olan kimse bunu içmez. “Bunu ancak açlıktan ölmek üzere olan birileri içebilir.” Yine cennetteki bal ırmağına şunları söyler: “… baldan bahsetmektedir ki onu da kimse öylesine tatmak istemeyecektir ve zencefil (Sure 76,17) ki o da pek sevilen içecekler arasında değildir.
Er-Revandi’nin kitabında Kur’an’da geçen ayetleri tek tek ele aldığı, peygamberlik kurumunu esastan tartıştığı görülmektedir. Ancak biz bunları dolaylı olarak öğrenebiliyoruz.
Kitabın adı da ilginçtir: Zümrüt Kitabı. Er-Revandi bu adı neden seçtiğini de şöyle açıklamaktadır. Zümrüt yılanların en çok korktuğu ve ona baktıklarında kör oldukları bir taştır. Bu kitap da hurafeleri dile getirenleri kör edecek bir etkiye sahiptir.



[1] A. Bebel, Hz. Muhammed ve Arap Kültürü, Alan Yay., İstanbul 1997, S. 108-109.
[2] Paul Kraus, “Beiträge zur islamischen Ketzergeschichte: Das Kitap az-Zumurrud des Ibn ar-Rawandi”, Rivista degli studi orientali, Vol. 14, Fasc. 2 (Agosto 1933), Universita di Roma, s.1/2.
[3] Fatimi halifesi Ebū Tamīm El-Mustensir Billāh Maāḏ Bin aẓ-Zāhir (1029-1094). Adı, Allaha kendisini zafere erdirmesi için yakaran anlamına gelmektedir.
[4] H. Ritter, “Philologica”, V, Der Islam, XIX (1930/, s. 1 vd.
[5] Mehmet Dağ, Hasan Aydın, Ortaçağ İslam Kültüründe Felsefe, Bilim ve Gelecek Kitaplığı, İstanbul, 2017, s.104.
[6] İslam Ansiklopedisi, Ravendi Maddesi, MEB Yayınları, Eskişehir, 1997, c.9, s.639.
[7] Josef van Ess, Theologie und Gesellschaft im 2. Und 3. Jh. Hidschra, Eine Geschichte des religiösen Denkens im früh. Islam, Bd.4, Walter de Gruyter, Berlin, 1997, s.336.
[8] 9. yüzyılda yaşamış olan el-Varrak (kağıtçı, kırtasiyeci olmalı), birçok önemli eser kaleme alır. Kitab al-Makalat’ın geniş bir dinler tarihi olduğu tahmin edilmektedir. Al-Şahristani, onun kitaplarının adını anmadan ondan geniş pasajlar aktarmaktadır. Mani’nin şahsiyeti ve görüşleri hakkında bilgi veren el-Şahristani, aslen bir Mecusi olarak gördüğa el-Varrak’ın bu dinin görüşlerin yakından bilen biri olduğunu ileri sürmektedir. Al-Hayyat, İbn er-Ravendi’ye atfen şunları söylemektedir: „Seni yanılgıya sevk eden, Mutezilede bulunmak şerefinden mahrum ederek ilhad ve küfrün zelilliğine çeken kötü selefin [el-Varrak].“
Bkz. İslam Ansiklopedisi, c.13, s. 302 vd.