10 Haziran 2016 Cuma

BEZGİNLİK HALLERİNİN DEVRİMLE NE İLİŞKİSİ VAR?

Demek ki kriz dönemlerinde ortaya çıkan karamsarlık ve bezginlik halleri, aynı zamanda büyük devrimci atılımlarında habercisiymiş.Tarih henüz son sözünü söylemedi…





Son dönemde sanat, bilim ve düşün dünyamızın bazı isimlerinin yanı sıra özellikle genç akademisyenlerin Türkiye’yi terk etmeye eğilimli olduklarına dair haberlerle sıklıkla karşılaşmaktayız. Aynı şekilde ülkeden değil ama büyük kentleri terk ederek kıyı kasabalara ve köylere yerleşme eğiliminin artığının da tanığıyız.
Bu eğilimin, Gezi Ayaklanmasıyla doruğa çıkan gelecek güzel günlere olan ümidin genel seçimler sonrasında yerle bir olmasından bu yana daha da artığına bizzat şahitlik de edebiliriz.
Kuşkusuz yurtdışına göç etmek ile büyük kentlerden uzaklaşma eğilimi, faklı kategoride değerlendirilmelidir. Ancak yine de her iki eğilimin ortak siyasi, toplumsal ve kültürel nedenleri vardır.
Bu eğilimin nedeninin kısaca siyasi, toplumsal ve kültürel bezginlik ve yılgınlık olduğunu söyleyebiliriz…
Son yıllarda ülkemizin ve toplumumuzun kontrol edilemeyecek boyutta derin bir krize girdiği; istikametimizin tehlikeli olduğu apaçık görülen azgın dalgalara doğru yöneltilmiş olduğu; buna bağlı olarak toplumsal gerginliğin, şiddetin, terörün, baskının, kültürel yozlaşmanın, doğa katliamının ve ahlaki çöküntünün birçok insanda haklı nedenlerle önce gelecek kaygısına ve endişeye, sonraysa hiçbir şey yapamama duygusundan kaynaklanan derin bir yılgınlığa, bezginliğe ve kayıtsızlığa yol açtığı herkesin malumudur.
Söz konusu gelecek kaygısı ve endişe, ciddi bir toplumsal kriz içinde bulunduğumuzun kuvvetli işaretleri olmaktan öte, derin bir kriz içinde debelenen ve yolunu alacakaranlıkta arayan toplumlarda sıklıkla görülen hastalıklı bir durumun belirtileridir.
Amacımız bu türden eğilimleri kınamak değil, bunu yapan çok var; ancak içinde bulunduğumuz toplumsal krizi, aynı zamanda olumlu bir gelişmenin işareti olarak almak ve buradan dersler çıkarmak herkesin (siyasetçinin, yazarın, düşün insanının, devlet erkânının ve sorumlu şahsiyetlerin) de görevidir.
Aslında kaçış eğiliminin gözle görülür bir şekilde artığı toplumlar, aynı zamanda siyasi ve kültürel devrimlerin arifesinde bulunduklarının da işaretlerini verirler.
Bezginlik, yılgınlık ve kaçış eğilimi, sadece Türkiye’ye has bir fenomen de değildir, bütün toplumlar bundan mustariptir. Karamsarlık ve yılgınlık emareleri bir salgın hastalık gibi her yere yayılıyor.
Karamsarlığın ve hayal kırıklıklarının nasıl aşılacağına dair birçok görüş ve öneriler mevcuttur. Ancak biz kısa bir yazı çerçevesinde sadece bazı tarihsel örneklere dikkat çekerek toplumların yeniden ileriye doğru hamle yaptıklarını hatırlatmak istiyoruz.
ATİNA KENT DEVLETİ
MÖ 404
Sparta’ya yenilen Atina’da 30 ailenin denetiminde bir 30’lar Oligarşisi tesis edilir. Yönetim ülkeyi baskı ve zorbalıkla yönetir…Filozof Platon’u saflarına kazanmak için ona görev bile teklif edilir;  amao bu teklifi elinin tersiyle iter.
5 Yıl Sonra
Platon ve Ksenofon gibi ünlü filozofları yetiştirmiş Sokrates, gençleri itaatsizliğe teşvik ettiği gerekçesiyle idama mahkûm edilir. Sokrates baldıran zehrini içmek durumunda kalır…
MÖ 388
Toplumdan ve siyasetten sıdkı sıyrılan Platon, “en iyi devlet” tasarısını hayata geçirmek için Sicilya adasına, Siraküza’ya göç eder. Ancak hayal kırıklıklarından sonra geri döner ve Akademi'sini kurar. Böylece klasik idealist felsefenin temelleri de atılmış olur.
Sonrasında sık sık ülke dışına çıkar ve toplumsal krize çareler düşünür…
YENİÇAĞ
Güney Almanya, 1806
Avrupa Bezginleri Gizli Cemiyeti bir manifesto ilan eder:
“Bütün zincirlerden kurtulmak ve özgür olmak istiyoruz…
Doğayla uyum içinde; sanatın, ılıman iklimin, doğal bereketin, özgür düşüncenin, diğerkâmlığın olduğu; ama düşünceyi de süngü zoruyla baskı altına almayan bir yerde olmak istiyoruz…

İtaatkârlığı, sahtekârlığı ve ikiyüzlü ahlak anlayışını ilke edinmiş Avrupa’yı terk etmek istiyoruz!”
Londra, 1828
Heinrich Heine...
Marx’ın sonradan en yakın dostu olan büyük Alman şairi şunları not eder:
“Batı toplumlarının bunaltıcı doğasından yıldım!…
Avrupa’dan bezdim!…
Doğu kültürünün […] bir damlasına sahip olmak için çok şey vermeye hazırım…”
Paris-Londra, 1867
Genç Osmanlılardan Ziya Paşa ve Namık Kemal sürgüne gitmektense Paris ve Londra’ya kaçarlar. Orada Avrupalı aydınlarla tanışır, yeni ve ilerici fikirler edinirler…
Özgür yurttaşların yaşadığı bağımsız bir vatan için hayaller kurarlar…
Rüyalarını ve düşlerindeki ütopyaları kaleme alırlar…
İstanbul, 1891
Tevfik Fikret ve Hüseyin Cahit gibi genç yazarlar, Servet-i Fünun (Düşüncenin Zenginliği) dergisiyle II. Abdülhamid’in baskıcı rejimine karşı aydınlanmacı bir edebiyat akımı yaratırlar.
30 yıllık istibdat rejimi, içinde bulundukları karamsarlığı ve bezginliği körükler: “Sanki her şey daha da kötüye gitmektedir.”
“Bir peygamber gibi gördüğümüz Tevfik Fikret’in önderliğinde rejimin boğucu havasından kurtulmak için her şeyi arkada bırakıp, hep birlikte Yeni Zelanda’ya göç etmeyi planladık” der Hüseyin Cahit anılarında.
Amaçları aileleriyle birlikte “sosyalist” bir komün kurmaktır…
Aksilikler birbirini takip eder ve proje gerçekleşmez.
Ama bu deneyim,Hüseyin Cahit’e, muhteşem bir Türk ütopyası yazmasına esin kaynağı olur: “Hayat-ı Muhayyel, müşterek bir hayat hikâyesidir, bir sosyalistlik tecrübesidir” diye not eder…
YENİDEN ATİNA
Bir İmparatorluğun Doğuşu
MÖ 382... Makedonyalı Filip doğar…
II. Filip, Yunan kavimlerini birleştirerek, kent devletlerinin toplumsal ve siyasi krizine son verir…
Tarihsel tıkanmışlık giderilir…
MÖ 330’lu yıllar…
Büyük İskender, Makedonya İmparatorluğu’nun sınırlarını Hindistan’a kadar genişletir. Bu arada kendi içinde çürümekte olan Pers İmparatorluğu’nu da ortadan kaldırır.
Batı ile Doğu dünyasının birliği ilk kez sağlanmış olur…
Ekonomik, bilimsel ve felsefe atılımlarının önü yeniden açılır.
YENİDEN AVRUPA
1830-1848 Devrimleri
İki dalga halinde Paris, Berlin ve Brüksel’de başlayan halkçı devrimler, Avrupa’yı toplumsal temellerine kadar sarsar…
Tarihin en radikal devrimleri ardı ardına patlak verir…
Bütün bezginlik ve yılgınlık emareleri son bulmuştur.
Heinrich Heine en devrimci dizelerini kaleme alır.
Herkes Paris, Berlin, Brüksel, Viyana, Budapeşte, Varşova barikatlarında hayatını ortaya koyar…
Bunlardan biri de ünlü şairimiz Nazım Hikmet’in dedesi Polonyalı devrimci Konstanty Borzecki’dir...
YENİDEN İSTANBUL
1908-1938
Kadim İstanbul şehri, önce 1908 Jön Türk Devrimine; ardından 1919 Kurtuluş Savaşı’yla başlayan ve Atatürk’ün ölümüne kadar aralıksız devam eden toplumsal bir dönüşüme ev sahipliği yapar…
20. yüzyılın en radikal devrimlerinden biri, yılgınlığın ve bezginliğin merkezinde hayat bulur…
Tevfik Fikret 1914 yılında vefat eder, ama onunla birlikte Yeni Zelanda’ya göç etmek isteyen genç aydınların önemli bir kısmı Kurtuluş Savaşı’na canla başla katılır. Sonra bunların ezici bir çoğunluğu Atatürk’le birlikte Cumhuriyet’in kuruluşunda görev alırlar…
KISSADAN HİSSE
Demek ki kriz dönemlerinde ortaya çıkan karamsarlık ve bezginlik halleri, aynı zamanda büyük devrimci atılımlarında habercisiymiş.
Tarih henüz sonsözünü söylemedi…

TİKSİNTİ VEREN HÖDÜKLÜKTEN NASIL KURTULACAĞIZ?

Düşünebiliyor musunuz… Eğer Sümerler ve Mısırlılar kil tabletlerden ve papirüslerden oluşan arşivler kurmasalardı veya bunları kütüphanelerinde saklamasalardı insanlığın hali nice olurdu


Binbir Gece Masalları’nı bilmeyenimiz yoktur. Abbasi Hükümdarı Harun Reşid, koynuna aldığı kızları ertesi sabah öldürtürmüş. Güzel Şehrazat ise her gece, devamı ilginç olan masallar anlatarak hem ölümden kurtulmuş hem de hükümdarla mutlu bir hayat sürmüş.
Masalları biliriz…

Peki, Harun Reşid’in aynı zamanda bir arşiv ve kütüphane sevdalısı olduğunu biliyor muyuz? Onun, 9. yüzyıldan itibaren şahlanan İslam aydınlanmasının hamilerinden olduğunu; galip geldiği savaşlarda tazminat olarak Antikçağ filozoflarının ünlü eserlerinin kopyalarından istediğini; hatta bu eserleri elde etmek için Bizans’a seferler bile düzenlediğini bilenimiz var mı?
Fatih’in 1453’te İstanbul’u fethettiğini biliriz. Ama onun henüz çocuk yaşlardan itibaren araştırmaya ve arşiv tutmaya başladığını; Bizans ve Roma’dan kitaplar getirttiğini, İstanbul’u bilim ve sanat gibi, bir arşiv ve kütüphane yuvası haline getirttiğini de bilir miyiz? Fatih’in kütüphanesindeki eserlerin çeşidinin ve miktarının, Avrupa’daki kütüphanelerle yarışacak düzeyde olduğunu biliyor muyuz?
Rusya’da muazzam bir toplumsal reforma önderlik eden Rus Çariçesi II. Katerina’nın, aynı zamanda Ansiklopedi’yi yayımlayan Radikal Aydınlanmacıların; Voltaire’in, Diderot ve D’Alembert’in en büyük maddi destekçisi olduğunu biliyor muyuz? II. Katerina’nın arşiv ve kütüphane merakının Voltaire ve Diderot’ya, şahsi arşivlerini ölümlerinden sonra Rusya’ya bırakmaları karşılığında hayal edemeyecekleri kadar büyük bir servet teklif ettiğini biliyor muyuz? Voltaire ve Diderot’nun bu teklifi hemen kabul ettiklerini ve onların kütüphaneleriyle Rus Ulusal Kütüphanesi’nin oluşturulduğunu biliyor muyuz?


Sovyet yönetiminin, ülkede açlık ve sefalet günleri olan 20’li ve 30’lu yıllarda, yüklü bir ödenek ayırarak hem Marx ve Engels’in hem de 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin arşivini satın aldıklarını biliyor muyuz?
Gene aynı şekilde Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşı’nın fırtınalı yıllarında bile arşiv ve kütüphaneye önem verdiğini, katır sırtlarında kitap dolusu sandıklar taşıttığını, yurtdışından belge ve kitaplar toplattırdığını, bunları tercüme ettirdiğini ve sonra da ciddi bir devlet arşivinin oluşturulması için şahsi olanaklarının yanısıra devletin bütün imkânlarını seferber ettiğini biliyor muyuz?
NE YAZIK Kİ TÜRKİYE’NİN HALİ…
Peki, bunları niye anlatıyoruz?
Bilmem okudunuz mu, 8 Mayıs’ta Odatv’de bir haber çıktı: Ünlü yönetmen Ülkü Erakalın’ın arşivi, ölümünün üzerinden bir ay geçmeden ikinci el pazarına düşmüş. Olaya neresinden bakarsanız bakın hem sanat dünyası hem de ülkemiz açısından yürek paralayıcı bir durum.
Ama bu durum ilk kez yaşanmamaktadır.
Birçok ünlü yazara, düşün ve bilim insanına ait şahsi arşivin mirasçıları marifetiyle ikinci el pazarına düştüğüne veya devlet ricalinin körlüğü nedeniyle çok değerli arşivlerin çarçur edildiğine az tanık olmuyoruz.
Gerçi daha vahim durumların da tanığıyız…
Arşiv ve kütüphanelere verilen önem, ülke ve toplumların gelişmişlik düzeyini gösteren bir barometredir…
Düşünebiliyor musunuz… Eğer Sümerler ve Mısırlılar kil tabletlerden ve papirüslerden oluşan arşivler kurmasalardı veya bunları kütüphanelerinde saklamasalardı insanlığın hali nice olurdu?
Bugün hala alevlerin, İskenderiye Kütüphanesi’ni yutmuş olmasına yanmaz mıyız?
Arşiv ve kütüphanelerin uygarlık yürüyüşüyle, devrimci hamlelerle sımsıkı bir ilişkisi vardır.
Yükselişe geçen bütün toplumlar ve devrimci halklar, hem geçmişten ders çıkarmak, hem insanlık tarihinin kültür mirasına yaslanmak, hem ihtiyaç duydukları çağdaş bilgileri (bilimsel, kültürel ve siyasal) temin edebilmek hem de aydınlanmış yeni kuşaklar yetiştirebilmek için arşiv ve kütüphanelere önem verirler.
Ellerinde varsa korurlar, yoksa da temin ederler…
Ünlü felsefecimiz H. Ziya Ülken’in, yükselmekte olan devrimci uygarlıkların, ülke ve toplumların arşive, kütüphaneye ve bilimsel eserlere verdikleri önemi anlatan muazzam bir eseri var:Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü.
Uluslar ve toplumlar, devrimci uyanış ve gelişme dönemlerinde bilgiye, arşive, kütüphanelere ve tabii ki bilimsel araştırmalara çok önem verirken, İbn Haldun’un ifadesiyle “çöküntü” sürecindeki devletler ve toplumlarsa, bırakalım yenilerini temin etmeyi, ellerindekinin kıymetini bile bilmezler.
Ne yazık ki Türkiye’nin hali budur…


Gerçek hayata, ihtiyaç duyulan somut ve elle tutulur bilimsel bilgiye sırtını dönen, toplumu ölü, anlamsız ve hamasetten ibaret hurafeler bataklığına sürükleyen; bir algı operasyonuyla uygarlığın ve insanlık tarihinin kültürel mirasından koparan; toplumu içinde bulunduğu çağa yabancılaştıran, ahlak çöküntüsüyle dokusunu çürüten, bireylerini umutsuzluğa, çaresizliğe ve atalete sürükleyen bir iradenin tiksinti verici hödüklüğüyle karşı karşıyayız.
Toplumun ahlaken içten içe çürüdüğünü her gün birebir yaşıyoruz.
Bu sürecin aşılabilmesi sadece siyasi bir devrimle değil, fakat en çok da her yurttaşın benimsemesi gereken bir kültürel dönüşümle mümkündür.

SIRA DIŞI İNSANLAR 3- MARIE CURIE

Bir devrimci kadının inanılmaz hayat öyküsü

"Ezilen bir ulusa ait olmaktan dolayı devrimci, bütün başarısını insanlığın hizmetine sunacak kadar ahlaklı ve sağlam karakterli; yoksul, çekici ve dahi bir kadının öyküsü...”





“O,şöhretli olmanın ne demek olduğunu hiçbir zaman anlayamadı... Ezilen bir ulusa ait olmaktan dolayı devrimci, bütün başarısını insanlığın hizmetine sunacak kadar ahlaklı ve sağlam karakterli; yoksul, çekici ve dahi bir kadının öyküsü...”
POLONYA 1863
Prusya, Rusya ve Avusturya İmparatorluğu arasında paylaşılan Polonya’nın devrimci güçleri, yeni bir ayaklanmayla bağımsızlıklarını kazanmayı denerler ancak girişim acımasızca bastırılır. Ayaklanmanın 5 lideri, Varşova’da darağacında teşhir edilir. Rusya bununla da kalmayacak sadece Lehçeyi değil, Polonya’dan bahsetmeyi bile yasaklayacaktır. Her kurumun başına da bir Rus ajanı atayarak bütün toplumu baskı altına alacaktır.
Ağır bir baskı ve zulmün egemen olduğu Varşova’da Sklodowski ailesinin beşinci çocuğu dünyaya gelir, adını Maria koyarlar...
Maria henüz yürümeye başlamıştı ki oyuncaklara değil, teknik aletlere ve kitaplara ilgi gösteriyordu. 4 yaşındayken okuma yazmayı çoktan öğrenmişti...
Okullarda sadece Rusça öğretiliyordu. Polonya tarihi ve dili gizli derslerde öğreniliyordu. Maria da kendi ana dilini ve tarihini bu türden “yeraltı okullarında” öğrenecekti...
Aile oldukça yoksul ve sıkıntılar içindeydi...
Maria babasını çok severdi ama annesinin dizinin dibinden de ayrılmazdı.Onun aşırı merak duygusu ve bir türlü dinmeyen soruları anne Bronislava’yı endişelendiriyordu.
Anne kız ilişkisi bir başkaydı, neredeyse yapışık gibiydiler... ama gel gör kianne, sevgisini, sadece kızının altın sarısı saçlarına dokunarak gösteriyordu. Maria annesinin onu bir kez öptüğünü hatırlamıyordu, annesinin ağır bir tüberküloz hastası olduğunu ve yavrusunu korumak için ona çok fazla yaklaşmadığını nereden bilebilirdi ki...
1883 yılında Maria liseyi birincilikle bitirecek, altın madalyasını da okul müdürünün elinden alacaktı.
Ne yazık ki Polonya’nın hiçbir üniversitesinde kız öğrenicilerinin okumasına izin verilmiyordu.Avrupa’da kapılarını kız öğrencilere açan ilk üniversiteler Zürich ve sonra da Paris üniversiteleri olacaktı.
Zürich üniversitesinin ilk Polonyalı kız öğrencisi de hazırdı: Sonradan uluslararası sosyalist hareketin liderlerinden biri olacak olan Rosa Luxemburg.
Maria ile Rosa’nın yollarının çakışıp çakışmadığına dair herhangi bir kayıt bulunmuyor, ancak onların aynı yıllara denk gelen başarıları dikkat çekicidir...
Polonya, aydın ve başarılı bilim insanları açısından verimli bir topraktır; N. Kopernik, F. Chopin, R. Luxemburg, R. Polanski gibi hemen akla ilk gelen ünlülerdir.
Maria okulu bitirmişti, ama yurtdışında okuyacak kadar paraya sahip olmayan ailenin bütçesine yardım edebilmek için zengin aile çocuklarına ders vermeye başlayacaktı. Gidiş geliş mesafesi uzak ve çok yorucu, öğrencilerse bir o kadar şımarık ve tembeldi. Ama elden ne gelirdi ki...
Bu arada ablasıyla birlikte, üniversiteye hazırlık kursları veren gizli “uçan üniversite”ye gidiyor ve deneyler yapıyordu. Boş zamanlarında fizik, matematik, anatomi ve sosyoloji kitapları okuyordu.
Ablası Bronia’yla bir anlaşma yapmıştı Maria, çalışarak önce ablasını okutacak sonra da onun desteğiyle kendisinin okul masrafları karşılanacaktı. Bunun için, Varşova’dan uzak bir kentte, varlıklı bir ailenin yanında çocuk eğitmeni olarak işe başlayacaktı.
Bu süre içinde Maria, ülkenin ulusalcı-devrimci çevreleriyle tanışacak, gençlerin örgütlediği gizli siyasi toplantılara katılacak ve o günün koşullarında tehlikeli bir girişim olan, çocuklara ana dillerinde eğitim veren okulların kuruluşunda aktif roller üstlenecekti.
Halkın aydınlatılması, ulusal değerlerin korunması ve düzenin değişmesi onun en büyük arzusuydu...
Maria’nın Polonya halkına olan gönül borcu ve sevgisi son anlarına kadar devam edecekti...


PARİS 1891
Maria nihayet 6 yıl sonra 1891 yılında Paris’e gidebilecek ve dönemin en ünlü üniversitesi Sorbonne’da fizik bölümüne kayıt yaptırabilecekti.
Ancak Maria’nın ne öğrendikleri ne de Fransızcası bir üniversite eğitimi için yeterli değildi. Ama bu zorluklar Maria’yı kesinlikle yıldırmayacaktı; 1893 yılındaki ön hazırlık sınavlarını başarıyla vermekle kalmamış, bölümün birincisi de olmuştu.
Okula kaydolurken de daha kolay söylenebilsin diye adını Marie olarak değiştirecekti. 1894 yılında sadece sınavlarını başarıyla vermekle kalmayacak aynı zamanda bölümünün ikincisi de olacaktı. Bu başarı ona Varşova’daki bir vakfın yıllık 600 Franklık bursunu kazandıracaktı. Sonradan kazandığı ilk parayla, vakıf yöneticilerinin bütün şaşkınlığı karşısında, bursu iade edecek ve bununla bir başka genç kızın okutulması gerektiğini söyleyecekti...
Gerçi mali sorunları henüz çözülmemişti ama biraz da olsa rahatlamış ve en azından artık daha iyi beslenebilecek, soğuk havalarda birazcık ısınabilecekti. Kimi zaman günde sadece bir öğün yemek, ısınmak içinse üs üste birkaç kat giysi giyerek yatakta ders çalışmak onun için olağan durumlardandı...
Fizik dersi için gerekli olan deneyleri yapabileceği bir yer ararken Pierre Curie’ye tanışacak ve onun evlilik teklifini 1895 yılında kabul edecekti.
Marie 1896 yılında, öğretmenlik sertifikası için girdiği sınavlarını ikincilikle bitirmişti, bu arada ilk göz ağrısı Irene dünyaya gelecekti.
Tanıştığı ünlü bilim adamı Henri Becquerel’den uranyum üzerine yaptığı araştırmaları öğrenecek ve o andan itibaren de araştırmalarını radyoaktife üzerine yoğunlaştıracaktı.Çalışmalarında en büyük yardımı ise hem derin bir analiz yeteneğine sahip hem de iyi bir fizikçi olan kocası Pierre’den alacaktı. Karı koca birlikte fizik ve kimya dünyasının bilinmeyen diyarında yol almak için el ele vermişlerdi.
Marie Curie haftalarca, tonlarca maden ve kristal karışımını büyük bir kazanda eriterek onu kendi boyundaki bir demir kepçeyle karıştırarak ve sonra da damıtarak ilk ipucunu yakalamıştı: Radyoaktif ışınları bileşimlerden değil, bazı atomlardan kaynaklanmaktaydı.
Bu keşfi, Fransız Bilim Akademisi’nde Becquerel tarafından sunulacaktı, çünkü Bilim Akademisi, bırakalım bir bilim kadınını üye olarak kabul etmeyi, salonunda sunum yapmasına bile izin vermiyordu.
1. NOBEL ÖDÜLÜ
1898 yılındaki keşfini derinleştiren Marie Curie, o güne kadar bilinmeyen ve uranyumdan 400 kat daha fazla radyoaktif bir element keşfetmişti ve vatanına olan sevgisinin bir nişanesi olarak da ona Polonyum adını vermişti. Bu önemli bir keşifti, ancak esas keşfini bir ay sonraRadyum’la yapacaktı.
Bu buluşla birlikte bir anda fiziğin mekanik ilkeleri temelden değişime uğrayacak, atom çekirdeğinin içerdiği enerjinin bilinmesiyle de kimya biliminin çehresi değişecekti.
Araştırmalarını yürütebilmek için yaptıkları laboratuvar başvuruları üniversite kurulları ve bakanlık tarafından sürekli çeşitli bahanelerle reddedilecekti. Onlar çalışmalarını her tarafından rüzgâr esen, soğuk ve izbe bir hangarda ilerletmek zorunda kalmışlardı. Ama araştırma yapabilecekleri bir mekân bulmaktan dolayı çok mutluydular...
Ancak...
1899 yılından itibaren, Pierre ve Marie Curie’nin ilk ciddi hastalıkları ki bunların nedenleri hem radyoaktif elementlerle haşır neşir olmak hem de aşırı çalışmaktan kaynaklanan bitkinlik halleri, bu tarihten itibaren daha sık görülecekti.
1903 yılındaysa Radyoaktif Elementler Üzerine Araştırma başlıklı doktora tezini başarıyla savunacak, tez bir yıl içinde 5 farklı dilde 17 baskı yapacaktı.
Bilimsel başarıları onlara sadece Fransa ve başka ülkelerde değil, Nobel Komitesi tarafından da kabul görecek ve onlara fizik alanında Nobel Ödülü’nü kazandıracaktı...
Ancak çiftin Stokholm’e gitmesi ve ödüllerini,orada yapacakları bir sunumla almaları gerekiyordu. Ne yazık ki Marie’nin sağlığı buna elvermeyecek: bu nedenle de ödüllerini 1905 yılında alabileceklerdir...
UMUT VE FELAKETLER SİLSİLESİ...
1904 yılında Sorbonne, Pierre Curie’ye profesör unvanını vermenin yanı sıra onu, onun için özel olarak kurulmuş Genel Fizik Kürsüsü’nün başına atamıştı. O yıl ikinci kızları Eve dünyaya gelmişti. Marie Curie bir anda birçok rolü birden üstlenmek durumunda kalmıştı.
O bir öğretmen, bütün ev işlerini yapan ev kadını,çocuk büyüten anne ve bilimsel araştırmalar yapan bir bilim insanıydı...
Rusya’da 1905 yılında baş gösteren devrimci ayaklanma, Polonyalıları da umutlandırır.
Ama devrim yenilgiyi uğrar...
Marie Curie Polonya için yardımlarını bir kat daha artırır. Birçok kız öğrencinin Paris’te okuyabilmesi için elinden geleni yapar. Maddi katkıda bulunur hatta bazılarını evinde ağırlar.
1906 yılı Marie için bir felaket yılı olacaktır. O, sadece çocuklarının babasını ve ruh ikizini değil, bilgisiyle, deneyimiyle ve bilim camiasındaki etkisiyle en büyük desteğini ve en iyi çalışma arkadaşını elim bir trafik kazasında kaybedecekti...
1906 yılını Marie depresyon ve intihar düşünceleriyle geçirir...
Ama o yılmaz ve çalışmalarına yeniden devam eder.
Pierre’in ölümü üzerine devletin aileye bağlamak istediği onur maaşını Marie elinin tersiyle iter. Ona göre “yoksulluk hayatı zorlaştırmaktadır, ama zenginlik de hem gereksiz hem de insanın yükünü ağırlaştırır...”
1910 yılında devlet nişanını da reddedecektir...
Marie’nin muazzam bir kayınpederi vardır: Doktor Eugene Curie...
O, 1848 devrimine derin bir bağla bağlı bir sosyalisttir...Gelinini,hayatının sonuna kadar yalnız bırakmayacak, ona çocuklarının bakımında ve eğitiminde yardımcı olacaktır. Marie Curie ve kocası Pierre, bilimsel çalışmaları boyunca esas olarak siyasi faaliyetlerden uzak durmayı ilke edinmişlerdi, ancak Dreyfuss Olayı’nda cesur ve ahlaklı bir tavır alacak ve birçok aydın gibi onlar da gerici rejimin komplolarına karşı açıktan tavır alacaklardı.
Sonradan kendisi gibi bir fizikçi olan büyük kızı Irene, dedesinin siyasi görüşlerini benimseyecek, Joliot isminde sosyalist bir bilim adamıyla evlenecek; kocasıyla birlikte 1935 yılında Nobel ödülünü alacak; Komünist Partisi üyesi olan Joliot, Hitler Almanya’sının Fransa’yı işgalinde (1942) direniş hareketinin gizli lideri olarak ikili bir hayat sürecektir. Marie’nin torunları Helene Langevin-Joliot ve Pierre Joliet ise çekirdek fiziği ve biyokimya alanında çalışan önemli bilim insanları olacaklardır.
Üç kuşak boyu dünya çapında ünlenmiş bilim insanı yetiştiren bir başka aile var mıdır acaba....
2. NOBEL ÖDÜLÜ...
Yeniden Marie Curie’ye dönersek; kocasının ölümünden sonra Sorbonne Üniversitesi’nde kocasının derslerini vermesi yönündeki teklifi kabul edecek ve böylece Fransa’nın ilk kadın öğretim üyesi, 2 yıl sonra da ilk kadın profesörü unvanını alacaktır.
1910 yılından itibaren radyumun tıptaki etkisinden hareketle (radyoaktif ışınlarının kanserli hücreleri yok etmesi) uluslararası standartların oluşturulmasını gerektiriyordu. Brüksel’de toplanan 10 kişilik uluslararası uzman heyete Marie Curie de dahil olacaktı. Radyum’un radyoaktif biriminin adı1975 yılına kadar “Curie” olarak belirlenecektir.
Marie Curie’nin bilimsel başarısı bununla kalmayacak, Nobel’i 1911 yılında ikinci kez, ama bu kez kimya alanında alacaktı. Böylece Marie Curie, Nobel ödülünü alan ilk kadın olmanın yanı sıra ödülü iki kez alan insan unvanına da kavuşacaktır.
1911 yılında, Marie’nin bilimsel başarıları bir aşk hikâyesiyle gölgelenecek, Fransa’nın muhafazakâr ve gerici çevreleri, uzun bir süredir diş biledikleri “Polonyalı”, “yabancı” ve “Yahudi” kadının hakkından gelmek için bel altı vuruşlara tenezzül edeceklerdir.
Olay bütün Fransa’yı ikiye bölecekti. Sol ve liberal aydınlar Marie’nin safında yer alırken, sağcı ve muhafazakârlar, ki bunların başını Fransa Bilim Akademisi’nin kaşarlanmış yöneticiler çekiyordu, kendini savunmaktan bile imtina eden kırılgan bir kadının başarısını yerle bir etmeye uğraşıyordu.
Bu koşullarda en büyük destekçilerinden biri Einstein olacaktı. Nobel ödüllü Einstein’la dostlukları hiçbir zaman gölgelenmeyecek, yıldan yıla daha da güçlenerek sürecekti.
Marie Curie 1911 yılından itibaren her fırsatta Fransa Bilim Akademisi’ne üyelik için başvuracak ama başvurusu her defasında bir veya birkaç oy farkla reddedilecektir. Marie Curie’nin amacı, erkek şovenizminin yıkılmaz bir kalesi olarak bilinen akademinin surlarında gedikler açmaktır.
Onun verdiği mücadele sembol bir kavrama da sahipti: “Marie Curie-Efekti”...
Erkekler dünyasına girmek isteyen her kadın önce bir Marie Curie olmaya karar vermeliydi.
HAREKETLİ RÖNTGEN MAKİNELERİ...
Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle de asistan ve öğrencilerinden büsbütün koparılmıştı. Seferberlik ilanı bütün okulları boşaltılmış, güçlü erkekler askere çağrılmıştı. Bu durumda Marie Curie boş oturamazdı. Yeni bir çalışma alanı yaratmakta gecikmeyecekti: Hareketli röntgen makineleri...
Laboratuvarındaki röntgen aletlerini bir kamyonun üzerine yerleştiren Marie Curie, dostlarından aldığı destekle 20 hareketli röntgen aracı inşa ettirecekti. Savaş süresince bu sayı 200’e çıkmakla kalmayacak, aynı zamanda 17 yaşındaki kızı İrene onun yardımcısı olacak, vasıtaları kullanabilmek için ehliyet alacak, röntgen makinelerini kullanacak yüzlerce eleman ve hemşire yetiştirecekti.
Radyoaktif ışınlarının yararları biliniyordu, ama zararları da gün geçtikçegörülüyordu. Radyoaktif elementler kalın kurşun duvarları olan kutularda taşınmalıydı. Marie Curie bu kuralı herkesin uygulamasını zorunlu kılmıştı, ama kendisi bunu sıklıkla ihlal ediyordu. Savaş süresince kurşun ve şarapnel parçasıyla yaralanan 1 milyonun üzerinde askerin röntgeni çekilmiş, bu sayede ameliyatları kolaylaştırılmış ve böylece yüzbinlerce insanın hayatı kurtarılmıştı.

Marie ve kızları
AMERİKAN SEYAHATİ...
Savaştan sonra bütün maddi birikimini kaybeden Marie Curie, araştırmalarının temel maddesi olan bir gram radyuma sahip olabilmek için Amerikalı gazeteci Melony’nin davetini kabul etmiş, 1921 yılında birkaç hafta boyunca kızlarıyla birlikte Amerika’yı dolaşmış ve konuşmalar yapmıştı. Her yerde bir star gibi coşkuyla karşılanmış, dönerken de Amerikan Başkanı’nın elinden yüklü bir bağış çeki almıştı.
Bu arada şunu belirtelim: Radyoaktif ışınlarının tıptaki olumlu etkisi keşfedildiğinden bu yana (1900’ün başı) her yerden onlara “radyum damıtma” makinesi kurmaları teklifleri gelmeye başlamıştı. Pierre ve Marie Curie’nin muazzam bir servet edinmeleri mümkünken, onlar bu olanağı ellerinin tersiyle itmiş, “Radyum bütün insanlığın malıdır” demişlerdir.
“Hayalleri olanların maddi varlığa sahip olmaları uygun değildir, çünkü onlar maddiyatı arzulamamalıdırlar. İyi örgütlenmiş bir toplum herkesin istediği olanakları sağladıktan sonra paraya ne gerek var ki?” diyordu Marie.
Marie Curie dünyanın en çok tanınan bilim kadını olarak her yerden doktor unvanı, madalya, bilim akademisi üyeliği gibi onlarca ödülle onurlandırılmıştı.
Milletler Cemiyeti’nin teşvikiyle bilim dünyasının kazanımlarını ve ilişkilerini düzenlemek için uluslararası bir komisyonun (Uluslararası Bilimsel Çalışmaları Teşvik Komisyonu) kuruluşuna önayak olmuştu. Komisyonun bir başka üyesi de Einstein olacaktı.
1934’te Marie Curie’nin hastalıkları artık dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Son yıllarındaki tek amacı,“Sovyet” adını taktığı laboratuvarının düzgün işlemesini sağlamak, yeni bilim insanları yetiştirmek ve o güne kadarki teorik çalışmalarını kitaplaştırmaktı.
Sona doğru ilerlediğini o da görüyordu ancak bu gerçeği kabul etmiyordu.
Marie için durmak yoktu...
Uzun bir süredir ağrılarını ağrı kesicilerle dindiriyordu; gözlerinin bozulması yetmiyormuş gibi onu oldukça rahatsız eden kulak çınlamaları da dayanılmaz bir noktadaydı.
Ne yazık ki 4 Temmuz 1934 sabahının ilk ışıklarıyla birlikte Marie Curie dünyanın en şöhretli bilim kadını hayata gözlerini yumacaktı.
Bilim camiası onun kaybını, asistanlarından birinin ağzından şöyle ifade etmiştir: “İşte şimdi her şeyimizi kaybettik!”
ARKADA KALANLAR...
O, benzersiz bir hayat hikâyesine sahip olmanın yanı sıra efsane bir bilim insanıydı da.
Kadınların, bırakalım itilip kakılmasını, yok sayıldığı bir dünyada, cesaretiyle, azmiyle, duyarlılığıyla, kazanımları ve başarılarıyla sadece bilim dünyasına değil aynı zamanda bütün insanlık âlemine örnek olmuştu...
Yoksulluk içinde büyümüş, adeta sürgünde yaşamış, en yakınlarını kaybederek yüreği acılarla dağlanmış; bencillikler ve düşmanlıklarla karşılaşmış; komplolara maruz kalmış; her fırsatta “yabancı” ve Polonyalı oluşu bir suçmuş gibi başına kakılmış; küçümsenmiş, görmezden gelinmeye çalışılmış, ama o imkânsızı başarmıştı...
O sadece tutum ve davranışlarıyla insanlığa ders vermemiş aynı zamanda bilim camiasının çağdaş değerler kazanmasına da katkıda bulunmuştur.
Başarılarını insanlığın hizmetine sunmakla kalmamış, bilim alanındaki kıskançlıklara uzak durmuş, özgürlük, eşitlik ve doğruluk için örnek bir yaşam sürmüştü.
Büyük bilim adamı Einstein onun için, “Kanımca bugüne kadar dünyada bu kadar ünlü, ama şöhretin bozamadığı tek insan Marie Curie’dir”, der.
Eve Curie’nin yazdığı biyografi Bilim ve Gelecek Yayınları tarafından dilimize kazandırılmıştır.