22 Ekim 2020 Perşembe

Özgeçmiş




Sadık
Usta kimdir?
Bu sitenin hazırlanmasında büyük katkısı olan Murat Maral dostum, özgeçmişimin biraz alışılmış kalıplardan farklı olmasını istedi. Bu durumda bana özgeçmişimi biraz daha özelleştirmekten başka çare kalmadı.
Her iki dede tarafım en az 200 senedir Elbistan’ın Çiftlikkale’sinde yerleşikken, babamın babası Ali dedem, varını yoğunu satarak çocuklarıyla birlikte Kahramanmaraş’a yerleşmiş. Elindeki birikimini hesapsızlık, bilmezlik ve hastalık nedeniyle çarçur edince, çocuklarına kol kuvvetinden başka bir şey bırakmamış. Doğumumdan kısa bir süre önce de vefat etmiş. Dedem ölünce babam, hem bize hem de küçük kardeşlerine babalık yapmak zorunda kalmış.
Annem beni, 1960’da toplam 8 çocuklu yoksul bir ailenin 4. çocuğu olarak dünyaya getirmiş. İklimi ılıman olan Kahramanmaraş, hem doğduğum hem de çocukluğumun geçtiği güzel bir Akdeniz kentidir. 16 yaşına kadar Kahramanmaraş’ta yaşadım ve okula gittim.
13 yaşıma kadar günde üç öğün yemek yediğimi hatırlamıyorum. İlkokulda kitap alacak paramız olmadığından birçok sınıfı “kitapsız” bitirdim. Derslerde hep en önde oturur ve dersi can kulağıyla dinlerdim. Bu alışkanlığımı üniversitede de devam ettirdim.
Ortaokul döneminde, henüz çocuk yaşta siyasetle tanıştım. Deniz Gezmişlerin asıldığı günü, dünkü bir olaymış gibi hala hatırlıyorum. Öğretmenime, Denizlerin asılmasından dolayı üzüntülü olduğumu söylediğimde o da hüzünle bakmıştı. Sonra bu öğretmenimi solcu öğretmenlerin derneği olan TÖB-DER’de gördüğümde gidip elini öpmüştüm. Bu görüşmeden 4 yıl sonra da 1978 Aralık’ında Ali Rıza öğretmenimin, onu ziyarete gelen polis kardeşinin ve bütün ailesinin Kahramanmaraş katliamında öldürüldüğünü öğrenecektim.
Babam, 1972’den sonra yurtdışına çıkarak Almanya’da işçi olarak çalışmaya başlamıştı. 1973’te de ailenin geri kalanını yanına almıştı. Ben ise okumak istediğim için Almanya’ya götürülmemiş, yakın bir akrabamızın yanında bırakılmıştım. 1975’ten sonra siyasi olaylarda ölümler baş gösterince de 1976’da “zorla” Almanya’ya götürüldüm.
Almanya’da siyasi çalışmalara devam ettim. Bu durum birçok insana garip gelebilir fakat 17 yaşında bir genç olarak Almanya’nın birçok bölgesinde Türkiye eksenli eylemlere katılmakla kalmadım aynı zamanda örgütlenme faaliyetinde de bulundum.
O dönemde Almanya’da çalışma izni alabilmek için bir yıl beklemek gerekiyordu. Yakın bir kentte Türkler için açılan bir Almanca kursuna parasızlık yüzünden gidemedim. Fakat ortaokulda yabancı dil olarak Almanca öğrenmiştim ve bu nedenle iyi bir altyapım vardı. Bir yıl sonra çalışma iznine kavuşmuştum ancak ondan önce 6 ay bir restoranda çalışarak hem cep harçlığımı kazandım hem de aile bütçesine katkıda bulundum. Dört yıl boyunca çeşitli fabrikalarda düz işçi olarak çalışarak geçimimi sağladım.
1981 yılında hem bir meslek sahibi olabilmek hem de siyasi açıdan daha etkin faaliyette bulunabilmek için bölge eyalet başkenti olan Stuttgart’a taşındım. Stuttgart’ta çocuklarımın annesiyle tanıştım. Bu arada Almancamı geliştirdim. Önce otomobil tamirciliği öğrendim, ardından da akşam lisesine giderek üniversiteye giriş diplomasını (Abitur) aldım, sonra da Stuttgart üniversitesinde 6 ay uçak ve uzay tekniği okudum. Mühendislikten ziyade sosyal bilimlere ilgi duymam nedeniyle bölüm değiştirdim.
Kritik dönemeçlerde önemli insanlarla tanışmak her zaman önemlidir. Beni Stuttgart’ta okumaya o dönemde adı Türkiye’de en çok arananlar listesinde geçen bir arkadaşım ikna etmişti. Birkaç yıl sonra akşam lisesine ve sonra da üniversiteye gitmemi teşvik edense çocuklarımın annesi olmuştu.
1990 yılından itibaren Almanya’daki hayatım bana yeterli gelmemeye başlamıştı. Artık Türkiye’ye dönmem gerektiğini sıklıklı düşünüyordum. Çünkü Almanya’da hep bir yabancı olarak kalacağımı Türkiye’de ise hep bir Almancı muamelesi göreceğimi yaşayarak görmüştüm. Bu duruma (bir bakıma arafta kalmak) son vermek istedim ve eşimin itirazlarına rağmen 1991 yılında Türkiye’ye (haliyle okulu da bitiremeden) döndüm. Ardımda bir eş ve iki bebek bırakmıştım fakat bugün hala aldığım o kararın hayatımın en önemli kararı olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’ye dönüşüm, hem siyasi hem de kişisel gelişimim açısından önemli bir adım olmuştu. Türkiye’de ziyaret etmediğim kent, İstanbul’da nezarethanesine konmadığım karakol kalmamıştı. Semtlerde ve gençlik içindeki çalışmalarımın çok yararını gördüm. İnsanları daha yakından tanıma fırsatı buldum. Özellikle gençlik çalışması, çok yönlü düşünmemi sağladığı gibi beni, insanlara yaklaşım konusunda (pedagojik) eğitmişti. Üniversiteli öğrencilerle çalışmak hem ufkumu genişletmişti hem de teorik birikimimi zenginleştirmişti.
2000 yılı, hayatımda bir kırılma noktasıdır. 2000’de siyasi çalışmalarıma son vermek durumunda kaldım çünkü çocuk yaştan itibaren içinde bulunduğum siyasi partiyle aramda kolay kolay kapanmayacak derin bir siyasi-örgütsel çatlak oluşmuştu. Artık böyle devam edemeyeceğimi anlamıştım.
Siyasi ayrılıklar çocuklu eşlerin ayrılıkları gibidir. Farklı yaşam tarzları nedeniyle anlaşamaz ve ayrılırsınız ancak geçmişteki ortak yaşanmışlıklar nedeniyle (şahsi dostluklar vs) de ilişkinizi kesip atamazsınız.
2002’den sonra Ulusal Kanal’da dış haberler müdürlüğü yapmaya başladım. 2003’te İngilizcemi geliştirmek için Londra’ya gittim ve orada 9 ay kaldım. Döndüğümde artık Ulusal Kanal’da da çalışamayacağımı anlamıştım.
Bunun üzerine önce çevirmenlik yapmaya sonra da Kaynak Yayınları’na çeşitli başlıklar altında diziler hazırlamaya başladım. “Ütopya” ve “Bilimin Türk İslam Kaynakları” dizileri bu dönemde ortaya çıkmıştır.
2008-2009 yılları arasında hem çevirmenlik yaptım hem de yeniden dışardan Ulusal Kanal’da iki yıl süren haftalık bir kitap programı (Kitap Dünyası) hazırlayıp sundum.
2009’un sonunda yeni bir dönemeçte olduğumu anlamıştım fakat ne yapacağım konusunda henüz bir karar vermemiştim ki gençlik döneminden tanıştığımız akademisyen dostum Prof. Bora Ataman’ın “git Almanya’da önce master tezini ver, sonra da doktora yap” diye “sıkıştırmasıyla” 2009’da Almanya’ya gittim.
2010-2012 yılları arasında Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde önce “Türk Ütopyaları” başlıklı master tezimi verdim sonra da aynı konu üzerinde çalışmak üzere doktora başvurusu yaptım. Fakat doktora girişimimi, Kaynak Yayınları genel yayın yönetmenliği teklifinden sonra kesmek zorunda kaldım. Bu görevi üç yıl sürdürdüm ve sonra 2015’de siyasi bir tartışma nedeniyle görevimden alındım. Bugün geriye bakınca, doktorayı bırakıp Kaynak Yayınları’nda çalışmanın doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. Ahlaken doğruydu, düşünsel gelişimime de çok katkısı oldu. Çünkü bu sayede yeni insanlar tanımıştım.
Kaynak Yayınları’ndan ayrıldıktan sonra hayatımda hem siyasi hem de çalışma alanı açısından yeni bir dönem başlamıştı.
2013 yılından itibaren hem kitaplarımı yazmaya hem de çeşitli gazete ve haber portallarına (Bilim ve Ütopya, Radikal Kitap, Cumhuriyet Kitap, Bilim ve Gelecek, Birgün, Odatv) felsefi ve kültürel içerikli makaleler kaleme almaya başlamıştım.
O gün bugündür düşünsel alandaki çalışmalarımı devam ettiriyorum.
Bu arada çocuklarım Can ve Marvin büyümüş; Fynn ve Liam'in doğumuyla iki torun sahibi de olmuştum.
2014’ten sonra da bana yaşam coşkusu veren Bigi, Maskara ve Kömür adlı üç şirin kedi hatayıma girdi. Hayatımın sonuna kadar da onların gönüllü hizmetçisi olacağımı umuyorum.

Başlıca çalışma alanlarım şunlardır:
Ütopya ve devlet teorileri; felsefe, Aydınlanma ve İslam tarihi; sosyalizm ve eşitlikçi halk hareketleri.

Yazdığım Bazı Kitaplar:
· Türk Ütopyaları-Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ütopya ve Devrim (Kaynak Yayınları)
· İlkçağ Ütopyaları, Mükemmel Toplum ve İlk Devlet Teorileri (Kaynak Yayınları)
· Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Cilt I, Felsefenin Şafağı: Hint, Çin, Yunan, Roma ve Rönesans Avrupası (Kafka Kitap)
· Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Cilt II, Rönesans’tan Aydınlanmaya Yeni Bir Çağın Doğuşu (Kafka Kitap)
· Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Cilt III, Aydınlanma, Fransız Materyalizmi, Amerikan ve Fransız Devrimleri (Kafka Kitap)
· Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Cilt IV, Ekonomi Politik, Alman İdealizmi, Rus Halkçılığı ve Marksizm (Kafka Kitap)
· Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Cilt V, El-Kindi’den İbn Sina’ya, Gazzali’den İbn Haldun’a İslam Felsefesi, Mutezile, İhvan-ı Safa Din-Felsefe Tartışmaları (Kafka Kitap)
· Fıçılarda Yaşamak, Sıradışı Hayatlar (Kafka Kitap)
· Ütopya ve Masalbilim, Binbir Gece Masallarında Ütopya (Librum Kitap)
· Çin Devrim Tarihi ve Sun Yat-sen’in Halkçılık Kuramı (Kaynak Yayınları)

Çevirdiğim Bazı Kitaplar:
· Thomas More, Ütopya (Kafka Kitap)
· Tomasso Campanella, Güneş Ülkesi (Kaynak Yayınları)
· Georg Fülberth, Kapitalizmin Kısa Tarihi (Yordam Kitap)
· H. Heinz Holz, Devrimin Cebiri, Felsefenin Aşılması ve Gerçekleşmesi, Cilt 1 (Yordam Kitap)
· Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto (Kafka Kitap)

8 Ocak 2019 Salı

HIZ, HAYATIMIZI NASIL ETKİLİYOR? YAPAYLAŞAN VE MUTASYONA UĞRAYAN İNSAN





İnsan İlişkileri Neden Yapaylaşıyor?
Birçoğumuz enflasyonun ekonomik açıdan ne olduğunu biliriz, ama bunun etik değerlerimize ve insan ilişkilerimize nasıl yansıdığını pek düşünmeyiz.
Önce enflasyon nedir? Latince kökenden gelen bu terim, kabarmak (balon yapmak) demektir. İktisatçının dilinde ise bu, pahalılık ve satın alma gücünün düşmesi demektir.
Peki bunun insan ilişkileriyle ne ilişkisi var?
Enflasyon üretimi yapılan malın değerlenmesi ama buna karşılık insanın sahip olduğu paranın değer kaybetmesi demektir. Bir bakıma başkasının ürettiği malın değeri yükselmekte, bizim sahip olduğumuzun değeri ise düşmektedir. Karışımızdaki insan değerlenirken biz değersizleşiyoruz. Bunu şimdi bir kenara not edelim ve devam edelim.
Enflasyon aynı zamanda, mevcut para değer kaybettiği için, ama pazarda sıkıntı çekilmemesi için devletin onun miktarını artırması demektir. Yani enflasyon aynı zamanda değersizleşirken paranın çoğalması da demektir. Bir düşünün, bir milyonumuz var ama onunla tuvalete bile gidemiyoruz. Bunu da şimdilik bir yere not edelim ve devam edelim.
Enflasyonun en önemli göstergelerinden biri de paranın (tabii ki değer kaybetmesinden dolayı) sirkülasyonunun artmasıdır. Yani eskiden aldığınız maaşla hem ay sonunu getirebiliyor hem de birazını yastık altında saklayabiliyorken, enflasyonla birlikte yeni maaşınızla ayın sonunu getiremiyorsunuz. Yani elinizdeki para çok hızlı bir şekilde piyasada buharlaşıyor. Kısacası paranın sirkülasyonu baş döndürücü bir hızla artarak devam ediyor. Değersizleştiği için paranız hızla tükeniyor, yani el değiştiriyor. Size yeniden dönmesi de bir o kadar hızda oluyor. Eskiden beş bin lirayı ancak bir senede kazanabilirken şimdi onu iki ayda kazanıyorsunuz. Yani beş bin lira, yılda bir kez sirküle olurken şimdi bu hız iki aya düştü. Yani para değersizleşirken el değiştirme hızını da günden güne artırıyor. Eskiden bin lirayla bir yıl boyunca bol bol geçinebilirken şimdi beş bin lira ancak iki aya dayanabiliyor. Dolayısıyla sürekli "ah, şu eski günler" deyip duruyoruz.
Şimdi esas konumuza, yani başlıktaki soruna gelelim.
İnsanlık tarihinin en eski metinleri (Sümerlerin, Kadim Hintlilerin, Çinlilerin ve Mısırlıların) insanın ahlaki olarak sürekli bozulduğunu, o eski adil, hakkaniyetli, güvenilir, dost, yardımsever, iyiliksever, sevecen, tok gözlü, ilkeli insanın kalmadığını vurgulayıp dururlar. Buradan da yeni kuralların gelmesi gerektiğini söylerler. Dinlerin ortaya çıkmasının sebebi budur. Felsefenin ortaya çıkışının nedeni de esas olarak budur.
En eski felsefi metinler özellikle iki unsura ele atarlar. Bunlardan biri varlık sebebimizi anlamak ve kavramaksa diğeri ise toplumsal bozulmayı önleyecek ahlaki ilkelerimizin nasıl olması gerektiğine yöneliktir. İnsan, güneşin neden hep doğudan doğduğunu, yağmurun neden yağdığını merak ederken, aynı zamanda insanın neden yozlaştığına, kuralların neden bozulduğuna da kafa yormuş ve buna çareler üretmiştir.
Felsefe, insanın yozlaşmasının nedenini ahlaki çöküntüde görmüş ve buna ilişkin düsturlar geliştirmiştir. Felsefeye göre insan doymak bilmez olduğu için bozulmaktadır. Bu kısmen doğrudur, çünkü bunun nedeni daha derinde yatar. İnsan sadece iradesinin dışında cereyan eden toplumsal kuralların bir esiridir. Peygamberlerse bu sorunu Tanrıdan aldıkları vahiy ile çözmeyi vaat etmişlerdir. İnsanın yozlaşmasının, toplumların bozulmasının, “insanın birbirinin kurdu” olmasının nedenini felsefe bir türlü anlayamamıştır. Ne zamana kadar? En geç 19. yüzyıla kadar. Ta ki birileri bu bozulmanın nedeninin enflasyon olduğunu söyleyene kadar. Bu işin şakası, bunu söyleyen olmamıştır, ama bu bozulmanın nedeninin ekonomik ilişkilerden, yani üretim ve bölüşüm ilişkilerinden kaynaklandığını söylemişlerdir. Thomas More, Meslier, Babeuf, Robespierre, Sismondi, Weitling, Owen ve nihayetinde Marx, bunun nedenini ekonomik ilişkilerde, yani üretim ve bölüşüm ilişkilerinde görmüşlerdir.
Bu yazıyla basit bir sömürü sömürülen eleştirisini tekrar etmeyeceğiz. Kanımızca içinde bulunduğumuz durumun esas nedeni daha da derinde yatmaktadır.

Fazla Mal, Hızlı Değişim, Baş Döndürücü Tüketim
Yeniden başa dönersek… İktisadi bir kavram olan enflasyon, günlük dilde şişme, kabarma, balon yapma demektir. Etkisini ise ekonomik hayatta paranın miktarının aşırı çoğalmasında, banknotların hacminin büyümesinde, hızla elden ele dolaşmasında ve bir bakıma onun hayalete dönüşmesinde; yani varlığı hissedilen ama bir türlü bir yerde sebat etmemesinde görürüz. Kısacası enflasyonla birlikte paranın aşırı miktarda çoğaldığını ama aynı şekilde değersizleştiğini de görürüz. Bugün elimizdeki banknotların sıfırları buna işarettir. İnsanlar eskiden enflasyonu, altın ve gümüş sikkelere katılan bakırın miktarında veya sikkelerin hileyle hafifletilmesinde hissederdi. Krallar altın ve gümüş sikkelere bakır karıştırırdı veya gramajını düşürürdü. Bugünlerde sıklıkla düğünlerde takılan altınların sahte çıktığına dair haberler okuruz. Eskiden en küçük altın çeyrek altındı, şimdi birçok insan düğünlerde 1 gram altın takmaya başlamış. Bu da enflasyona bir işarettir. Halkın alım gücü azaldıkça, taktığı altının miktarı da azalmaktadır (bunu insan ilişkilerindeki değersizleşme olarak da okuyabiliriz).
Enflasyon sonuçta malın bolluğu, ama alım gücünün zayıflaması demektir. Bu durum insan ilişkilerini hem dolaylı hem de doğrudan etkiler. Daha doğrusu insanların birbiriyle olan ilişkisinin karakteri (toplumsal yaşam, kültür-sanat hayatı, bilim, yönetim, eğitim ve doğrudan insani ilişkileri) üretimin nasıl yapıldığıyla, üretilen ürünün nasıl değiş-tokuş edildiğiyle ve bu ürünlerin nasıl ve hangi hızda tüketildiğiyle doğrudan bağlantılıdır.
Çok çok eskiden insanlar esas olarak tüketebilecekleri kadar üretir ve sonra da ihtiyacından biraz arta kalanını, başkasının ürettikleriyle doğrudan takas ederlerdi. İnsanlar bu takas sürecinde buluşur, görüşür, bilgi alış verişinde bulunur, yeni havadisleri paylaşır, hal hatır sorar, dertleşir ve akşam olunca da evine dönerdi. Üretilen malın kalitesi ve miktarı bilinirdi, pazardaki takas edilme yöntemi de açık ve doğrudandı. Takas edilme sürecindeki insan ilişkisi oldukça şeffaftı. Yalan, iki yüzlülük, dalavere de olurdu ama hemen açığa çıkardı.
İnsanların ufku üretim yaptığı köyle ve muhtemelen haftada bir kurulan pazar “beldesiyle” sınırlıydı. Karşı dağın ardını çok az insan görebiliyordu ki bunlar da esas olarak ya yönetici kesimdendi ya da din adamı veya maceraperestlerdi. Dolayısıyla toplumsal değişim de oldukça ağır seyrediyordu. Kurumlar, yargı usulleri, yönetim işleri, ahlaki normlar, insan ilişkilerindeki davranış yöntemleri vb. oldukça basit, öngörülebilir ve çerçevesi kalın hatlarla belirlenmişti. Değişmeyen bu ilişkiler zaman zaman sıkıntı yaratırdı ama sıradan insana rahatlık (huzur) ve güvence de sağlardı.
Dolayısıyla biraz basitleştirmek kaydıyla, insan ilişkilerindeki değişikliklerin temel dinamiğini pazardaki alış veriş yöntemi ve tarzı belirlemekteydi. Haftada bir kurulan pazardaki alış veriş sürecindeki görüşmeler, fikir alış verişi, yöntemlerdeki yeniliklerin takas edilmesi, yeni bulunan madenler, geliştirilen yeni aletler ve teknikler vs. hızla günlük hayatta uygulanıyor ve böylece değişimin hızı da nispeten artmış oluyordu. Pazarların haftada bir kurulmasını tesadüfler değil, ihtiyaçlar belirliyordu. İhtiyaçların çoğalmasıyla, yani üretimin artması ve yoğunlaşmasıyla pazarların sayısı da artmış, çapı büyümüştü. İlk dönemlerde sadece ihtiyaçları karşılamak için kurulan pazarlar, zamanla sermaye biriktirmenin, kâra kâr katmanın, kısacası vurgun vurmanın arenası haline gelmişti.
Pazarlar, insanların  ihtiyacını karşılamak için buluştukları yer olmaktan çıkmış, büyük üreticilerin, sadece büyük kârlar elde etmek için başkalarını çalıştıran tüccarların, simsarların denetimine geçmişti. Pazarın karakteri bütünüyle değişmeye yüz tutmuştu. Zamanla pazarlar sadece büyük toptancıların buluşma noktası haline gelecekti. Bugün artık bu iş borsada ve internet üzerinden yapılmaktadır.
Pazarın karakterinin değişmesiyle birlikte, yani insanların pazardan çekilmesiyle birlikte karşılıklı ilişkileri de günden güne azalmış ve yok denecek noktaya gelmiştir.
Eskiden hayat basitti, şeffaftı, kurallarsa katı ve kalın hatlarla çizilmişti. Zamanla hayat karmaşıklaştı, ilişkiler daha bir girift hale geldi. Kurallar incelmişti insan da “medenileşmişti”. Bunu şuna benzetebiliriz. Eskiden köy evlerinin kapı ve pencereleri en sağlam ve dayanıklı ahşaptan yapılırdı, ama görünümü basitti ve oldukça kabaydı. Bugün evlerimizin kapı ve pencereleri oldukça ince işlenmiş, göz kamaştıran cilalarla kaplı, karmaşık düzeneklerle donatılmış ama en basit bir darbede dağılıp giden malzemeden üretilmiştir. Eskiden ilişkiler basitti, kurallar katıydı, değişim de oldukça yavaştı ama ilişkinin bir ağırlığı ve değeri vardı. Bir söz namus demekti ve ölmek için yeterliydi. Bugünse kurallar uçucu, sözlerinse hiçbir kıymeti yok; ilişkilerse maskeli ve aldatıcı.
Şimdi yeniden enflasyon ve pazar metaforuna dönersek: ezelden beri insan ilişkilerinin dinamizmini, yani değişme hızını ve kalitesini malın üretim hızı, malın değiş tokuş hızı ve malın tüketim hızı belirlemektedir. Malın ancak ihtiyaca göre üretildiği, değiş tokuşun doğrudan yapıldığı ve kanaatkar yaşayarak ihtiyacından fazlasını tüketmeme tutumunun belirlediği alışkanlıkların yerini şimdi malların ne kadar ve nasıl üretildiğini bilmediğimiz, onların nasıl değiş tokuş edildiğini bilmediğimiz ve nasıl tüketildiğini de bilmediğimiz bir yaşam tarzı almıştır.
Her şey baş döndürücü bir hızla üretiliyor, değiş tokuş ediliyor ve tüketiliyor. Dolayısıyla her şeyde bir bolluk var ama hiçbir şeyin tadı tuzu yok. Peki bütün bunun sorumlusu kim veya ne?

Mutasyona Uğrayan İnsan!
İnsanın insan tarafından sömürülmesinin zirvesini şu anda içinde bulunduğumuz kapitalizm dönemi oluşturmaktadır. Sermaye sürekli büyümek ve çoğalmak (birikmek, yoğunlaşmak) için insana bin bir çeşit olanaklar yaratır; insanın aklına bin bir çeşit yöntem ve araç getirir. Kurnazlık, hile, üçkağıt, madrabazlık vs. gibi yöntemler istisna oluşturur. Kapitalizmin başvurduğu yöntem ve araçlar esasta akla, işlevselliğe ve rasyonelliğe dayanır. Aksi takdirde ömrünü bu kadar uzun bir süre devam ettirmesi imkansız olurdu.
Örneğin kapitalist üretim sürecinde “değer” birbirinden farklı kılık ve biçimlere bürünerek varlığını devam ettirmektedir. İnsan emeğinin somut bir ifadesi olan “değer”, üretim, pazar ve tüketim sürecinde karşımıza önce “sermaye”, sonra “mal”, “kâr”, “faiz”, “rant”, “ücret” ve en sonunda da “para” olarak çıkmaktadır. Bu kavramlar her zaman özdeş olmamakla birlikte, en son tahlilde özdeş hale gelirler. Dolayısıyla paranın değer kaybı, yani enflasyon, aslında emeğin değersizleşmesidir. Olaya sadece insanın yarattığı emeğin değersizleşmesi olarak bakmayalım, aslında değeri kaybolan emekçinin/insanın ta kendisidir. Emeğin değersizleşmesi, sadece işçinin/emekçinin aldığı ücretin değer kaybetmesi değildir; emekçinin ürününe ve kendine yabancılaşması da değildir, çünkü o ezelden beri vardır; aslında değersizleşen şey insanın yarattığı HER ŞEYDİR: KÜLTÜR, SANAT, HUKUK, DEVLET ORGANLARI, TOPLUMSAL KURUMLAR, MAKAMLAR, İTİBARLAR, SİYASET MAKAMI, PARTİLER, AHLAK NORMLARI VE İNSANİ İLİŞKİLER…
Bunların hepsi kapitalist düzenin gözle görülen ve işlevsel olan kurum ve ilişkileridir. Eğer kapitalizmi bir canlı bedene benzetirsek, değersizleşen (hastalanan ve çürüyen) şeyin aslında bedeni meydana getiren organ ve canlı dokunun ta kendisi olduğunu görebiliriz.
Aslında gelmek istediğimiz esas yer tam da burasıdır: artık insanoğlunun ürettiği hiçbiri şey uzun erimli olamamaktadır. Şeylerin tüketim (kullanım) tarihinin kısalmasıyla, içerdiği değerin miktarı da azaltılmıştır. Piyasada bollaşan paranın değeri enflasyonla, yani onun el değiştirme hızıyla birlikte onu yaratan emekçinin ürettiği her şeyi değersizleştirmiştir.
Baş döndürücü bir hızda devir atan üretim-değiş-tokuş ve tüketim süreci, toplumsala ait olan her şeyin ömrünü kısaltmaktadır. Bu eşyanın tabiatında vardır. Tüketimin hızı, daima yeniliği kışkırttığı gibi, yeni olanı da (ihtiyaç olsun olmasın) kitlelerin nezdinde arzulanır hale getirmektedir. Medya, eğitim, sosyal medya, ahlaki ilkeler, reklam teknikleri, yaşam tarzlarının manipülasyonu vs. bu durumun yaratılmasını kolaylaştırmaktadır. Böylece sanat, siyaset, edebiyat, kurum ve ilişkiler de sürekli yeniyi temsil etmek zorunda kalmaktadırlar. Yeniye yönelik dayanılmaz arzu, her şeyi anında eskitmektedir. Bu arzunun gerçekleşme hızını, muazzam bir hızla üretilen, dağıtılan ve tüketilen ürünün yarattığı imaj belirlemektedir. Kuşkusuz bu yapay arzu, eskinin her zaman yeni olandan daha iyi olduğu anlamına gelmez. Neticede herhangi bir yenilik gerekli olabilir, ancak bu gerekli olan yeninin de kısa bir süre sonra buharlaşarak yerini bir başka yeniye terk edeceği kesindir. Herkesin 15 dakikalığına da olsa meşhur olmasının sebebi işte bu üretim ve tüketim hızının dayanılmaz sirkülasyonudur.
Sadece günlük hayattaki ilişkilerimiz değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve bilimsel başarılarımızın da ömrü kısalmıştır. Yaratılan değerler (cumhuriyetçilik, sosyal dayanışma, adalet, hakkaniyet vb. kavramlar) gibi kazanılan mevzilerin de ömrü, sermayenin yoğunlaşma hızıyla, yani üretilen malın tüketim hızıyla eşgüdüm içindedir. İlerleyen yıllarda kazanılan mevzileri uzun süreli koruma çabası daha da zorlaşacaktır. Dikkat çekmek istediğimiz esas nokta budur.
İnsanlığın yarattığı toplumsal ilişkiler ilk kez bu derece bozulmaya yüz tutmuştur. Çünkü toplumsal ilişkilerde ciddi bir mutasyon söz konusudur. Matrix filmini bilmeyenimiz yoktur. Film, bozulan veya tersine dönmüş insan-makine ilişkisini anlatır. Sermayenin kapitalizmle, daha doğrusu sermayenin insanla olan ilişkisi de aynı durumdadır. Normal yaşamda sermayeye hükmeden insandır (kapitalist). Ancak iş artık tersine dönmüş, sermaye yoğunlaşmak (birikmek ve çoğalmak) için üretim-tüketim hızını olağan üstü artırmak zorunda kalmış ve sürekli yoğunlaşmaya kodlandığı için de kapitalist bireyi hizmetçisi haline getirmiştir.
Sermaye insan olmadan hiçbir şeydir, ancak o insanı, onun zaafını (hükmetme, imkansızı başarma, yenilik icat etme, olmayanı yaratma ve başarılı olma hırsını) kullanarak, yani onu kendi amacı için maniple ederek kendi varlığını kuşaklar boyunca güvence altına almıştır. Burada yeni bir durumla karşı karşıyayız. Canlı ile cansız madde bir ittifak halinde kaynaşmış ve iç içe geçmiştir. Akılla, denetimsizlik, düzenle, kaos, gereklilikle yapaylık; ilk kez bu derecede yoğun bir şekilde iç içe geçmiştir. Daha doğrusu binlerce yıldır varlık gösteren bu organizma (sömürüye dayanan hakimiyet ilişkisi) artık kontrol edilemez bir noktada bulunmaktadır. Çünkü içinde bulunduğumuz üretim ve tüketim ilişkileri ağı en mantıklı olanımızı bile cenderesine almıştır.
Diyelim ki eskiden belli miktardaki bir sermaye, yüz kat artabilmek/yoğunlaşabilmek için yüz yıl çalıştırılıyorken bu süre şimdi on yıla indi. Eskiden üretilen bir ürün insanlığın yüzde ellisine elli yılda ulaşıyorken, bugün bu süre birkaç yıla indi. Eskiden imparatorluklar ve güçlü devletler ömürlerini birkaç asır boyunca devam ettirebiliyorken, bugün bu süreç birkaç on yıla inmiştir. Aynı durum bilim, sanat, kültür, edebiyat, siyaset ve teori alanında da görülmektedir. Ürünlerin tüketim hızı (aslında bu yaşam döngümüzün hızıdır) hayatın her alanını etkisi altına almıştır. Hız ve hızın yarattığı zorlama, denetlenemez bir boyut kazanmıştır. Ölümcül hızla birlikte tüketimin genleşmesi, yoğunlaşması ve yaygınlaşması artık toplumda kendi içinde çökmelere neden olmakta; yayıldığı alanları tüketerek bir bakıma yaşayan her şeyin canını alarak onları zombileştirmektedir. Nasıl ki rekabetin ve pazardaki değiş tokuş hızının sonucunda içten içe kaynayan ve zamanla sınırlarını patlatan ilk toplumlar, denetleyemedikleri bir hızın etkisiyle ortadan kalkmışlarsa, içinde bulunduğumuz toplumlar da denetleyemedikleri üretim-tüketim hızı nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıdırlar. Hatta artık yavaş yavaş yok olmaktadırlar.
Son günlerin en önemli haberlerinden biri şuydu: Bilgisayar şirketi Apple, dünyanın en büyük ve en zengin şirketi haline gelmiştir. Değeri tam bir trilyon dolardır. Onu bir internet satış ağı olan Amazon ve yine onu bir internet şirketi olan Google takip etmektedir. Artık enerji devleri, bankalar, otomobil ve inşaat şirketleri sıralamanın çok çok altlarında yer almaktadırlar. İnternette yaptığımız her işlem, Google’ın, Facebook’un vb. reklam kârlarına yeni kârlar katmaktadır. Üretimin, pazarlama ve tüketimin hızı, gerçek (rasyonel) üretim yapan şirketleri iktisadi hayatın dışına sürüklemektedir. Bir bakıma elle tutulan, gözle görülen, somut varlıklar değer kaybederken, görünmeyen, sanal ortamda varlık gösterenlerse aşırı değerlenmektedir. Değerlenenlerse geri tepme yoluyla gerçek hayatımızı sanal hale getirerek bizleri yapaylaştırmaktadır.
Son yıllarda dikkat çeken bir başka gelişmeyse, toplumsal ayaklanmaların, isyanların ve kitle hareketlerinin anlık patlamalar şeklinde ortaya çıkmalarıdır.
Üretim-dağıtım ve tüketim hızının toplumsal hareketleri etkilememesi olanaksızdır. Kitlesel patlamalar artık daha ilkesiz, daha az ömürlü ve daha az örgütlü hale gelmişlerdir. İnsan psikolojisinin irrasyonelliği ve kitle hareketlerinin uğradığı mutasyon, yeni bulgular temelinde (bilimsel, felsefi, teknolojik açıdan) incelenmeli ve değerlendirilmelidir. Bütünlüklü bir düşünsel yönelime ihtiyaç olduğu çok açıktır.
İklimlerin temelde uğradığı değişiklik, mevsimleri de iç içe geçirmiştir. Aşırı sıcaklar, aşırı yağışlar, aşırı soğuklar gelip geçici değilse, o zaman içinde yaşadığımız kentlerin örgütlenmesini (konutların yapısı, caddeler, sokaklar, dereler, kanalizasyon sistemi, çöpler, parklar, ısınma ve enerji tüketimi vs.) yeniden temelden düşünmek gerekir. Sadece kentlerin ve konutların yapısını değil, aynı zamanda ulaşım yöntemini, tarım ve hayvancılığı, tatil anlayışını, doğanın mevcut yapısını (göller, dereler, ırmaklar, yaylalar, kıyılar, ekilebilir araziler vb.) yeniden düşünmek gerekir. Teknolojinin imkanlarıyla kentleri betonlaştırabildiğimizi kanıtladık, ama aynı zamanda derelerin, su kanallarının, kanalizasyon sistemlerinin çok kısa bir süre içinde iflas ettiğini de göstermiş olduk.
Yeniden toparlarsak, sermayenin yoğunlaşmasının zorunlu bir sonucu olan üretim-pazar-tüketim humması (aşırı ısınma) bütün ilişkiler gibi kazanımlarımızı da kısa ömürlü hale getirmektedir.
Aydınlanma ve modernleşme dönemlerinin (birkaç kuşaklık dönem) hemen ardından baş gösteren gerici dalga, barbarlaşma ve canavarlaşma belirtileri insan iradesinin dışındaki olgulardır. Bunun temel nedeni, üretim ve tüketim hızının yarattığı insan ilişkisinin karakteridir. İnsan bu ilişkiler ağında çaresizdir, mutasyona uğramış ve esir alınmıştır.
Sanırız teorik anlamda bu süreç iki aşamada yavaşlatılabilir veya kırılabilir.
Sermayenin üretim sürecini yeniden düzenleyerek, yani üretimi ihtiyaca uygun hale getirerek, ama aynı zamanda tüketim hızını kamçılayan alışkanlıklarımızı kökten değiştirerek. Aksi takdirde insanlık daha büyük felaketlerle karşı karşıya kalacaktır.


KİTAPLARIM 1- DÜNYAYI DEĞİŞTİREN DÜŞÜNÜRLER CİLT 1-2-3-4-5





Felsefenin Şafağı: Hint, Çin, Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa'sı

Felsefe ne zaman ortaya çıktı ve hangi tarihsel süreçlerin ürünü oldu? İdealizm mi yoksa materyalizm mi daha önce ortaya çıktı? Tarihten günümüze değişmeyen felsefi bir çizgi var mı?
Elinizdeki bu eser, sadece yukarıdaki sorulara yanıt aramıyor, aynı zamanda Kadim Hindistan ve Çin’den başlayarak uygarlığın ayak izlerini takip ediyor; felsefenin Hint, Çin, Antik Yunan-Roma ve Rönesans Avrupa’sında ortaya çıkışının tarihsel-toplumsal koşullarını inceliyor. Toplam beş cilt olarak hazırlanan bu eserde, düşünce ve eylemleriyle insanlık tarihine yön vererek dünyayı değiştiren düşünürlerin ve filozofların temel eserlerinden seçkiler yer alıyor.
Dünyayı değiştiren düşünürleri yakından tanımak, ortaya koydukları muazzam eserlerden yapılmış seçkilerden hareketle düşüncelerine nüfuz etmek isteyenlerin her zaman ellerinin altında bulundurmaları gereken bir yapıt.
Birinci cildin kapsamı şöyle: Hint Vedaları, Uddalaka, Konfüçyüs, Lao Tzu, Me-ti, Anaksimandros, Herakleitos, Demokritos, Platon, Aristoteles, Epikür, Lucretius, Seneca, Leonardo da Vinci, Luther, Erasmus, Müntzer, Thomas More ve Kopernik.



Rönesans'tan Aydınlama'ya Yeni Bir Çağın Doğuşu

Dünyayı değiştiren düşünürleri yakından tanımak, ortaya koydukları muazzam eserlerden yapılmış seçkilerden hareketle düşüncelerine nüfuz etmek isteyenlerin her zaman ellerinin altında bulundurmaları gereken bir yapıt.
İlk ciltte Hint Vedaları’ndan başlayarak Kadim Çin, Antik Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa’sına kadar getirilen seçki, ikinci ciltle de sürdürülüyor.
Rönesans’tan Aydınlanma çağına kadarki dönem, insanlık tarihinde sadece modern felsefenin doğuşunu muştulamıyor; aynı zamanda yığınların etkin bir şekilde katıldığı devrimler çağını da haber veriyor.
Sadık Usta, 16. yüzyıldan başlayarak 18. yüzyılın sonlarına kadar uzanan bu eserde, Rönesans ve Aydınlanma’ya yol açan toplumsal koşulları, dünyayı değiştiren düşünür ve filozofların yaşamlarını ve eserlerini özgün sunuşlarla inceliyor.
İkinci cildin kapsamı şöyle: Bodin, Bruno, Bacon, Galileo, Campanella, Hobbes, Descartes, Milton, Spinoza, Leibniz, Meslier, Montesquieu ve Locke.


Aydınlanma, Fransız Materyalizmi, Amerikan ve Fransız Devrimleri

Birinci ve ikinci ciltte Hint Vedaları’ndan Kadim Çin’e, Antik Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa’sına kadar getirdiğimiz seçki, üçüncü ciltle sürdürülüyor.
Kadim çağlarda başlayan felsefi arayış; yani maddenin özünün ve hareketinin yasalarının ne olduğu tartışmasıyla başlayan süreç, artık, insanın ve toplumların doğasının ve değişiminin sosyal yasalarının saptanmasıyla taçlanıyordu. Aydınlanma Çağı ve özellikle de Fransız materyalizmiyle tarih sahnesine çıkan baldırı çıplaklar, o güne kadar tarihte eşi görülmemiş radikal düşünce ve eylemlerle dünyayı yeni bir çağın eşiğine getiriyordu. Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’yle birlikte hem burjuvazinin iktidarı mutlaklaşıyor hem de sanayileşme hamlesiyle modern kapitalizm çağı başlıyordu.
Diğer ciltlerde olduğu gibi bu eserde de Sadık Usta, 18. yüzyıldan başlayarak, 19. yüzyılın başlarına kadar uzanan süreçte, dünyanın değişimine önemli katkıda bulunan düşünürlerin fikirlerini ve yaşamlarını inceliyor.
Üçüncü cildin kapsamındaki düşünürler, metinler ve olaylar şöyle: Diderot, d’Alembert, Voltaire, La Mettrie, Rousseau, Helvetius, d’Holbach, Thomas Jefferson, Thomas Paine, Robespierre, Saint-Just, Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi, Fransız Devrimi Anayasa Taslakları.


Ekonomi Politik, Alman İdealizmi, Rus Halkçılığı ve Marksizm

Bundan önceki üç ciltte Hint Vedaları’ndan başlayarak Kadim Çin’e, Antik Yunan, Roma ve Rönesans Avrupa’sına; oradan da Aydınlanma dönemi ve modern ideolojilerin ortaya çıktığı 19. yüzyıl Avrupa’sına kadar getirdiğimiz seçki, dördüncü ciltle devam ediyor.
Burjuvazi, Amerikan ve Fransız Devrimi’nde “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” vaadiyle iktidara gelmişti. Ancak sanayileşme ve kapitalist üretim, emek sınıflarını sefalete mahkûm etti. Dolayısıyla, Avrupa’nın en gelişmiş ülkeleri olan İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya ve Çarlık Rusya’sında yeni ve adil bir düzenin, eşitlikçi bir üretim ve bölüşümün mümkün olup olamayacağına ilişkin felsefi tartışmalar neşet edecekti. Bu çağ aynı zamanda, “yeni ideolojiler çağı” da olacaktı.
İngiliz ekonomi politiği, Alman idealizmi, Marksizm ve Narodnizm olarak bilinen “Rus Halkçılığı” bu cildin ana unsurlarını oluşturuyor. Diğer ciltlerde olduğu gibi bu eserde de Sadık Usta, dünyanın değişimine yaşamsal katkılarda bulunan düşünürlerin fikirlerini ve yaşamlarını inceliyor.
Dördüncü cildin kapsamındaki düşünürler şunlar: F. Quesnay, A. Smith, D. Ricardo, Sismondi de Sismondi, Kant, Hegel, Feuerbach, Belinski, Herzen, Marx ve Engels.


Dünyayı Değiştiren Düşünürler 5
El-Kindi’den İbn Sina’ya, Gazzali’den İbn Haldun’a, İslam Felsefesi - Mutezile - İhvan-ı Safa Din-Felsefe Tartışmaları

Bu kitapla birlikte 5 cilt olarak tasarlanan “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” serimizi de tamamlamış oluyoruz. “Felsefenin şafağı” olarak adlandırdığımız ilk anlardan başlayarak uygarlık ve felsefe tarihinin ayak izini, 19. yüzyıl sonlarına kadar takip etmiştik. Dünyayı Değiştiren Düşünürler V ile eksik kalan ara aşamayı, İslam uygarlığı aşamasını da ilave etmiş oluyoruz. Bu çalışmada Hz. Muhammed, el-Kindi, er-Ravendi, er-Razi, el-Maarri, Farabi, İbn Sina, Gazzali, Ömer Hayyam, İbn Rüşd ve İbn Haldun’un düşüncelerini ele aldık. Ayrıca Mutezile ve İhvan-ı Safa akımlarını inceledik. Söz konusu on bir düşünürü ve iki düşünce akımını, İslam uygarlığındaki kritik ve çığır açıcı rollerinden ötürü tercih ettik.
Elinizdeki kitap, özellikle iki kesim göz önünde bulundurularak yazıldı. Bunların ilki, İslam uygarlığının tarihsel gerçekliğini ve geçmişte medeniyete yaptığı büyük katkıyı önyargılarından ötürü yok saymayı bir marifet sanan kimi laik-ateist çevrelerdir. İslam’ın geçmişte oynadığı rol başka, bugün ona siyasi açıdan yüklenen işlev başkadır. Bu iki tarihsel dönemi (8-12. yüzyıl ve günümüz) ve Müslümanların tarihte oynadıkları rolleri birbirinden ayırmak gerekir.
İkinci kesimse, hurafelere dayanan, şişirme hikâye ve efsanelerle süslenmiş İslam tarihine yapılan her verimli, olumlu ve ciddi eleştiriyi İslam’a, Hz. Muhammed’e ve Allah’a bir hakaret sayan bazı muhafazakâr-İslami çevrelerdir. Ne yazık ki bu çevre, söz konusu tutumuyla geri kafalı fanatik akımlara hizmet ettiğinin ve sonuçta onların “cephaneliğine barut taşıdığının” farkında değildir. Çalışmamızın bu iki grup için de cevap niteliği taşıdığına ve yeni tartışmalara kapı aralayacağına inanıyoruz.