5 Ocak 2019 Cumartesi

AYDINLANMIŞ TOPLUMLAR NEDEN GERİLER?

Aydınlanmış Toplumlar Neden Geriler?
İnsanoğlu, bilmemekten kaynaklanan biat kültüründen bilinçli hizmetkarlığa nasıl evrildi... Tevekkül kültüründen bezginliğe nasıl vardı... Batıl inançtan çok bildiğini sanan cehile nasıl dönüştü... Feodal kültürden kozmopolit kültüre nasıl iltihak etti...
Ufukta nasıl bir Ütopya olmalı?
İki bilim insanı...
Max Horkheim ve Theodor Adorno... İkisi de 20’li yıllarda Alman ve Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde akademisyen...
Horkheimer, Adorno’dan daha yaşlıca ve her ikisi de Frankfurt Okulu olarak bilinen “eleştirel teorinin” kurucularından...
Varlıklı bir aileden gelen Horkheimer başarılı bir akademisyendir, etkindir ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin de başkanıdır. Doktorasını de en yüksek dereceyle bitirmiştir: “summa cum laude”.
Theodor Adorno da varlıklı bir aileden gelir; sosyolog, müzik kuramcısı ve müzisyen... Müziğin dışında felsefedir ilgi alanı. Kant ve Aydınlanma onun en önemli araştırma alanıdır. O da Horkheimer gibi Frankfurt Goethe Üniversitesi’nin en parlak akademisyenlerinden biridir... İkisi de solcu ve Yahudi kökenlidir. Naziler 1933 yılında iktidara geldiğinde ülkelerini terk etmek zorunda kalırlar...
Savaş döneminde araştırmalarını devam ettirirler. Aydınlanma felsefesinin, daha doğrusu çağdaş düşüncenin ve kültürün merkezi olan Avrupa’nın ve özellikle de Almanya’nın nasıl olur da Nazi barbarlığına, ikinci dünya savaşı gibi insanlık dışı bir sapkınlığa kapılabildiğini tartışıp durmuşlar yazılarında...
Sonra savaştan sonra Almanya’ya yeniden umutla dönmüşler... Heyhat! Yeni bir barbarlıkla değil, fakat egemen sınıflara tabi olan, bir parça çıkarı için her şeyinden vazgeçen, sözüm ona eleştirel, fakat yeni düzenin “çağdaş” aleti olmuş, akademiyi, bilimi, düşünceyi, ilkeleri yeni hurafelerin, yeni batıl inançların hizmetine sunan ve hatta bunu hâlâ düzeni değiştirmek adına yaptığını yemin billah iddia eden pragmatist bezirganlarla karşılaşmışlar...
Konumuz Horkheimer ve Adorno’nun yaşamları değil...
“Aydınlanma ve çağdaşlaşma hamlelerine rağmen toplumlar neden geriler” sorusuna yanıt aramak...

Toplumlar Neden Geriler?
Onlar gibi birçok insan da kara kara düşünmekte ve bir sorunun yanıtını aramaktadır: Nasıl olur da insanlık, Aydınlanmadan, çağdaşlaşmadan, eğitimden, uğruna savaşılan ve canlar verilen hak ve kazanımlardan sonra ve hatta içinde bulunduğumuz “bilim çağına” rağmen bu kadar barbarlığı, eski ve yeni batıl inancı, eski ve yeni hurafeleri, zalimliği, vicdansızlığı, boğazlaşmayı bağrından çıkarabilmektedir...
Lafı uzatmayalım... Sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok bölgesinde kapkara bir dalga yükseliştedir. Sadece etrafımıza bakmak bile bunu görmeye yeter...
Emperyalizmin bütün dünyada kışkırttığı kozmopolit kültür, köksüzlük, bencillik, yabancılaşma, dincilik, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, etnik bölücülük hayatımızın her alanını ve hatta çocuklarımızın geleceğini bile tehdit eder hale gelmiş...
Bilimsel ve eleştirel akıl, yeniden Voltaire’in bahsettiği kör bir deliğe saklanmış... Bilim teknolojiyle özdeşleştirilmiş, teknolojik buluşlarsa basit birer araca dönüştürülmüş ve daha iyi yönetmenin, daha kolay kontrol etmenin birer aracına indirgenmiş.
Kapitalist sistemin yoklukla terbiye ettiği, rekabet içinde hırçınlaştırarak bir kurda dönüştürdüğü insanoğlu, ne yazık ki düşünsel açıdan da barbarlaşıyor. Devrimci burjuvazi, 18. ve 19. yüzyılda aydınlatarak önemli oranda çağdaşlaştırdığı insanı, yeniden hurafelere, bağnazlıklara, batıl inanca boğarak yeni mezheplerin, yeni cemaat ve tarikatların kulları haline getiriyor. Bu gelişmelerin ışığında dünyada ve Türkiye’de yeniden bir Aydınlanmaya ihtiyaç duyulduğu da çok açık...

Aydınlanma Ama nasıl?
Ünlü Alman filozofu Immanuel Kant, konusu “Aydınlanma Nedir” olan bir deneme yarışmasına gönderdiği metinde Aydınlanmayı en özlü olarak şöyle tarif etmişti:
“Sapere aude!” Güdülmekten kurtul, “Aklını kullanmaya cesaret et!”
Bu sloganın neredeyse tıpa tıp aynısını Kant’tan 30 yıl önce ünlü Fransız Aydınlanmacısı Denis Diderot da yazmıştı. Diderot, Aydınlanmacı filozofu, “önyargıları, gelenek ve görenekleri, eski olmaktan kaynaklanan genel kabulleri; otoriteyi ve kısacası insanların zihnini boyunduruk altına almış olan her şeyi çiğneyerek kendi kendine düşünmeye ve açık seçik ve genel ilkelere yükselmeye cesaret eden; onları sorgulayan, tartışan, kendi deneyiminin ve aklının tanıklığından başka bir şeyi kabul etmeyen ve hiçbir şeye bağlanmadan ve taraf tutmadan incelediği felsefelerden sadece kendisine ait olan özel bir felsefe oluşturan” olarak tarif etmişti.
Şimdi yeniden hem Horkheimer ve Adorno’nun hem de günümüzün insanın haklı olarak sorduğu soruya gelelim: bu cehalet, bu batıl inanç, bu gerilik, bu barbarlık bütün bu Aydınlanma sürecine rağmen nasıl boy vermektedir. Türkiye’deyse, bu kadar çağdaşlaşma hamlesine ve Atatürk devrimlerine rağmen bu gerilik, cehalet, zalimlikler nasıl yeniden ortaya çıkmaktadır?
İnsanlık geçmişten bir şey öğrenmiyor mu? Tarih hep tekerrür etmek zorunda mı?
Kant ne diyordu, “Aklını kullanmaya cesaret et!” Eğer bu çağrı, cansız, içi boş ve ruhsuz bir ritüele dönüşmüşse, o zaman hem misyonunu yerine getiremez hem de tarihsel rolünden sapmış demektir.
Aydınlanma düşüncesi, devrimci burjuvazinin, kralların, aristokratların ve kilisenin iktidarını yıkmak için ortaya sürdüğü devrimci bir felsefeydi. Ne var ki burjuvazi iktidara geldikten sonra Aydınlanma sürecini paydos etti. Artık Aydınlanmaya ihtiyaç yoktu, sadece sermayenin ihtiyacı olan bilimin ve teknolojinin yaratıcılığına ve dünyayı fethetmeye kalkışan burjuvazinin sözüm ona uygarlaştırıcı gücüne güvenilmeliydi...
Adorno ve Horkheimer de buna dikkat çekiyorlar. Ne zaman, 50’li yılların başında. Onlar, Aydınlanmanın devam ettirilmesi gerektiğini, aksi taktirde insanlığın yeni yıkımlarla karşılaşacağını vurguluyorlardı ki haklılar... Bugün geldiğimiz aşama bunu epey haklı çıkarıyor...
Sonuç ortada: her yerde bilim ve teknolojiyi mükemmel derecede kullanan yamyamlar ordusu...
Dolayısıyla biz de diyoruz ki “Her Aydınlanma aydınlanmak değildir!”
İki nedenle?
Birincisi, 18. ve 19. yüzyıl Aydınlanmasının önemli filozofları (Voltaire, Diderot, Holbach, Helvetius, Kant, Hegel vs.) insanoğlunun içinde bulunduğu toplumsal koşulların nedenini, onun aklını kullanamamasına bağlıyor ve bu durumdan kurtuluşun çaresini de onun aklına sahip çıkmasında buluyorlardı. Halbuki bu yetmez. Bunu açmak için zaman makarasını biraz geriye sarmak, yani insanoğlunun bilgiye ve bilince nasıl ulaştığına bakmak gerekir.
İnsanoğlu bilgiye, Aydınlanma filozoflarının düşündüğü gibi dışsal bir aktarımla veya salt gözlemle değil, bizzat yaşadıkları deneyim ve etkinlikleriyle ulaşmaktadır. Bilgi, insanın (öznenin) içinde bulunduğu maddi dünyasını bizzat değiştirdiğinde kendisini ona teslim etmektedir. Örneğin, mızrak sapı haline getirilen basit bir odun parçasını alalım. Araç yapmasını öğrenmeye başlayan insanoğlu, basit bir ağaç parçasından mızrak sapı yaratırken onu zaman içinde yontmasını öğrenmektir. Yontma sürecinde o, hangi tür odunun daha kolay ve zor yontulduğunu bizzat kendi deneyimiyle öğrenecektir. Her yontma işleminde sadece odunun niteliklerini öğrenmemekte, aynı zamanda onu yontmak için ne türden taş ve nesneler kullanması gerektiğini de kavramaktadır. Demek ki insanoğlu hayatını kolaylaştırmak için yarattığı nesneleri ve aletleri onları işleyerek tanımakta ve hakkında bilgiye sahip olmaktadır.
Kısacası insanoğlu bilgiye ancak bir şeyi dönüştürerek sahip olmaktadır. Buraya kadar bir sorun yok, çünkü o güne kadar bütün filozoflar bilgiye bu sayede ulaşıldığını üç aşağı beş yukarı saptamışlardı. Ancak bu bakış açısı tek taraflıdır. Çünkü sadece, öznenin doğadaki bir nesnenin bilgisine sahip olma yöntemini açıklamaktadır.
Ancak işin çetrefilli kısmı bu andan itibaren başlamaktadır. Özne, yani insanoğlu bir odun parçasını yontmak suretiyle ondan bir mızrak sapı yaratırken, aslında kendisini yontmaktadır. Kendisini yontarak mızrak sapı yapamayan bir insandan mızrak sapı yapabilen bir insana dönüştürmektedir.
Buradaki felsefi bakış açısı şudur: Özne, gerçek bilgiye, bizzat kendi pratiği içinde ulaşabilir. Yani insanoğlu kendi aydınlanmasını bizzat kendi pratiğiyle sağlayabilir. İnsanoğlu, içinde yaşadığı dünyayı dönüştürmeden onun hakkında bilgiye sahip olamaz, yani aydınlanamaz. Aydınlanmak, insanoğlunun kendi dünyasını, içinde bulunduğu toplumsal ve şahsi konumunu kavraması ve değiştirmesi değil midir? O halde aydınlanmak isteyen insan, daha doğrusu aydınlatılması gereken insan, bizzat kendi emeği olan, bizzat kendi pratiği olan bir aydınlanma faaliyeti içinde olmalıdır. Örneğin, günümüzde siyasetle uğraşan sıradan bir insanı ele alalım. İçinde bulunduğumuz şu kriz günlerinde, kozmopolit düşünceyle, bireycilikle, gerici ideoloji ve bölücülükle mücadele etmek isteyen her insanın, bir başka insanı aydınlatmadan aydınlanması mümkün değildir. Başkasını aydınlatmak isteyen insan, önce kendi aydınlanmalıdır. Çünkü insanoğlu, zincirleme bir şekilde, herkes en yakınındakini aydınlatarak aydınlanmaktadır. Biz bir insana içinde bulunduğu durumu anlatırken, aslında bir odun parçasından mızrak sapı yaratıyoruz. Fakat bu arada biz de bir “kalas” olmaktan kurtuluyoruz. Basit bir odun parçası nitelikli bir nesneye (mızrak sapı) dönüşürken, onu işleyen “kalas” da basit bir insandan nitelikli (mızrak yapmasını bilen) bir insana dönüşmüş olmaktadır.
Demek ki aydınlanma faaliyetinin ikili bir yönü vardır. Birincisi, insanının kendi aydınlanması, ancak bir başkasını aydınlatmasıyla mümkündür; ikincisiyse bir insanın aydınlanması, onun dışsal, bir başkasının ona doğruları anlatmasıyla değil, fakat onun bizzat kendi pratiği içinde bilinçlenmesiyle mümkündür. Bu işlem bir madalyonun iki yüzü gibidir. Birbirinden ayrılamaz. Aydınlanmak, bir başkasını aydınlatmaktır, aydınlatırken de onun bizzat kendisinin aydınlanmasıdır. Diyalektik bir süreçtir bu.

Peki Bu Nasıl Olmaktadır?
Gerici düşünce ve ideolojinin etkisi altında bulunan bir insanı etkilemek, onu dönüştürmek ve aydınlatmak onun kafasındaki hurafeleri yıkmak, önyargılarını açıklamak, ona başka bir dünyanın olduğunu göstermektir. Yani aydınlatmaktır. Bunu yaparken de aydınlatılan şahsın önyargılarını bilmek, kafasındaki hurafeleri tanımak, bunlara karşı argümanlar geliştirmek, ona bilgi taşıyarak eski görüşlerinden kurtulmasını sağlamaktır. Bunu yaparken aydınlatan insanın kendisi araştırma yapmakta, tartışarak düşüncelerinin sistemleştirmekte ve bu arada kendisi de gelişmektedir. Yani aydınlatanın kendisi de aydınlanmaktadır.
Bu bakış açısı ne yazık ki kavranamadığı için filozoflar, düşünürler sürekli eğitime vurgu yapmış, bunun planlarnı yapmış, kitaplar yazmış ama esas dönüşümün kitlelerin, yani halkın bizzat kendi pratiği içinde olacağını kavrayamamıştır.

Ne Zamana Kadar?
Karl Marx “Feuerbach Üzerine Tezler” başlığıyla not ettiği görüşlerini, yani yeni bir felsefeyi, praksis felsefesini ilan edene kadar. Marx, Feuerbach Üzerine Tezler’in 3.sünde, yığınların, onlara dışardan bilgi taşıyarak veya onlara anlatarak değil, onların bizzat kendi dünyalarını değiştirirken değiştiklerini açıklamaktadır. Bu bakış açısı felsefe tarihinde bir devrimdir ve dolayısıyla burjuvazinin 19. yüzyıla kadar savunageldiği Aydınlanma düşüncesinin önemli oranda aşılmasıdır.
Burjuvazi kitlelerin sokağa inmesini, siyasette etkin olmasını bir yere kadar istemektedir; onların devrimci dönüşümler için harekete geçmesini bir yere kadar istemekte ancak iktidarın ele geçirilmesinden sonra onların siyaset sahnesinden çekilmesini emretmektedir.
Bir bakıma kitlelerin yeniden sömürü çarkının içine hapsolmasını arzulamaktadır. Dünya tarihinin bütün devrimlerini, gerçek ve sonuna kadar giden devrimler olup olmadığını bu açıdan sınayabiliriz. Köylüleri tarlalara, işçileri fabrikalara, kentliyi mahalle kahvelerine, öğrenciyi okul ve kampüse hapseden ve onları siyasi pratikten ve yönetim işlerinden uzak tutan devrimler, bir noktadan sonra donup taşlaşmıştır.
Eleştirel aklı ve devrimci dönüşümün ilkesi olan sorgulama silahını elden bırakan toplumlar, yeniden en geri düşüncelerin hareket alanı haline getirilmiştir.
İkinci nedense şudur: Aydınlanma, Kant ve Diderot’ya göre aklın kullanılması değil miydi? Batıl inanca, hurafelere, gelenek ve alışkanlıklara itiraz etmek değil miydi? Güdümlülükten kurtulmak değil miydi?
O halde Aydınlanma kültürü, kendinde sürekli devrimler gerçekleştiren bir duruma dönüştürülmelidir. Aydınlanma, salt ideolojik-düşünsel-kitaplardaki bir mücadele değildir, durmaksızın devam eden toplumsal dönüşümdür. Aydınlanma sadece dinci gericiliğe değil, fakat aynı zamanda günümüzün modern batıl inancına, geleneklerine ve alışkanlıklarına karşı da duruştur.
İçinde bulunduğumuz şu günlerde geçmişten gelen dinci hurafelerle kapitalizmden kaynaklanan günümüzün modern hurafeleri üst üste bindi...
Bilim ve teknolojiyi çok iyi kullanan; çağdaş ve sözüm ona kişilikli milyonların yeniden ve gönüllü bir şekilde egemenlerin hizmetine girdiklerine şahit olmuyor muyuz? Eskiden tevekkül kültürü dincilikle sağlanırdı, bugün bu hem dincilikle hem de birbirinden farklı binbir türlü aygıtla (eğitim, sosyal medya, yasalar) pekiştirilmektedir.
90’lı yılların post modern akımlarının artık esamisi okunmuyor, fakat onların akla saldırarak düzledikleri yollarda barbarlığı meslek edinmiş IŞİD-vari örgütler törensel geçitte bulunuyor...
Burjuvazi kitlelere siyaseti yasaklayarak, devrimci ütopyalara ket vurarak çağdaşlaşmanın kültürel ayağını yok etti; bununla birlikte irade göstermenin, direnme gücünün ve eleştiri kültürünün de temelini yok etti. Bunun bir başka sonucu ise siyasi yorgunluk, bezginlik, hayal kırıklığıdır. Buna Odatv’deki bir (29 Mayıs 2016) yazımızda dikkat çekmiştik.
Eğer Aydınlanma, günümüzün sorunlarına yanıt veremezse, bir bakıma kendi devrimci ilkesini günümüze uyarlayamazsa, ilericiliği tahrip eden yan etkilerini görmezden gelirse, o zaman bu açıklar, zaaflar karşıtları tarafından kullanılır.
İlericilik, kendisini sürekli aşmayı gerektirir, yoksa gerçekliği temsil etme hakkını kaybeder ki Adorno ve Horkheimer’in önemli saptamalarından biri de budur...
Aydınlanma sadece dinci anlayışlardan kaynaklanan batıl inanca karşı mücadele değildir...
Bugünün ihtiyacı yeniden sorgulamayı, eleştirmeyi ve direnmeyi bilmektir...Tabii ki ütopyalara uzanmaktır...
Günümüzün en önemli sorunlarından biri, teknolojiye, bilime, kitle iletişim araçlarının sözüm ona “aydınlatıcı” işlevine koşulsuz inanmak ve güvenmektir.

Ütopyadan Korkmak
Toplumculuğun, eşitliğin ve özgürlüğün diyarına yönelik korku; aşıldığı, tepelendiği, mezara gömüldüğü, üstüne beton döküldüğü sanılan düşüncelerin, ideolojilerin, mitolojik hezeyanların, ataerkil yaklaşımların yeniden hortlamasına neden oldu.
Bugün büyük bir başarı kazandığını düşünen dincilerin, kapitalizmin binbir türlü oyunuyla daha da kökleşen sömürü düzeninin sadece basit bir aracı olduğunu kavraması uzun sürmeyecektir. Günümüzün emperyalizmi, küresel sermaye, istisnasız her olguyu araçsallaştırarak kendi konumunun payandası haline getirmektedir.
Bundan bir çıkış yolu olmalı... Fakat aklın ve hümanizmin yolu olmalı bu...
Tüketim ve rekabet hırsının olmadığı, başkasının sırtına basarak yükselmenin, rakibini yok etmeye odaklanmış ve yırtıcı bir karakterin olmadığı bir dünya...
Gülün gül ile tartıldığı bir dünya... Dünyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerini değil, fakat sevgiyi, sanatı, sporu, gülücükleri, selamı, sevecen bakışları, dokunuşları, dürüstlüğü ve açık yürekliliği paylaşanların dünyasını paylaşan bir toplum...
Doğanın yasalarını keşfetmek, doğal olayları kavramak, doğanın gizemini çözmek mümkündür, ancak bunun yolu insanoğlunun kendi önyargılarıyla, kendisinin oluşturduğu batıl inançla, tabularıyla, aşılması gereken gelenek ve görenekleriyle hesaplaşmasıyla mümkündür.
Bilimi ve aklı önemsemek... Yaratıcılığı teşvik etmek, kültür, sanat ve sporu özendirmek... Dostluğu, diğerkamlığı ve paylaşmayı içselleştirmek ve yeni kuşaklara aşılamak; başkasının mutluluğunu paylaşmasını bilmek, benimsemek; kıskançlığı, hazımsızlığı ve bencilliği tenden uzak tutmak; Platon’un dediği gibi ortaklaşa duymak, dinlemek, görmek, izlemek ve tatmak...

4 Ocak 2019 Cuma

ATEİZMİN TOPLUMSAL VE FELSEFİ KÖKENİ


Ateizmin Toplumsal ve Felsefi Kökeni


İnsan neden inanır? Ya da insanoğlu neden bir Tanrıya sığınır?
İnancın anlamı nedir ve Tanrı neden vardır? Tanrıya inan ne zaman yoğunlaşır ne zaman yok olur? İnsan neden Tanrılara kafa tutar, hatta kafa tutmanın da ötesine geçerek, inançsızlığa ve ateizme yönelir?

I. Tanrının Keşfi
1. Tanrı fikrinin anlamı
Tanrı fikri nereden çıktı?
Sonradan söyleyeceğimizi baştan söyleyelim: İnsanoğlu hayvanlar aleminden, Tanrı fikrini keşfederek kurtuldu.  Daha doğrusu insanoğlu, Tanrıyı yaratarak insanlaştı. Tanrı fikri bir bakıma, insanın insan olmasının en güçlü ifadesidir. Çünkü Tanrı fikri, insanoğlunun zihinsel yaratıcılığının en uç, en sanatsal ve en düşsel tasarımlarından biridir. İnsanoğlu Tanrı fikriyle, sadece sırrına eremediği doğa olaylarına yönelik korkularını ve endişelerini denetim altına almadı, aynı zamanda bilme merakını ve zihinsel yeteneklerini de dizginsizce salıverdi. Tanrısal vahyin ve inanç kanonunun sara nöbetlerinde veya zikir anlarında ortaya çıkmasının bir nedeni de bu olmalıdır.
Tanrı fikri insanın soyutlama yeteneğinde, kültürel ve sanatsal etkinliğinde bir zirvedir. Her yeni Tanrı yaratımı bir bakıma insanoğlunun, spekülatif düşüncesinin doruğudur. Bu olay, Kopernik’in evren tasarımı kadar radikaldir ve bir o kadar da devrimcidir. Tanrının keşfi, insanoğlunun düşsel açıdan kendisini aşmasıdır. Hayvan-insan zıtlığının en uç kutbudur. Tanrı düşüncesi, insanoğlunun bugüne kadar yaptığı en büyük spekülatif keşiftir.
Karen Armstrong’un da belirttiği gibi insanoğlu, “homo sapiens” olduğu andan itibaren önce “homo religiosus”tur.[1] Kanımızca da Tanrı fikri, sadece “zavallı” insanın keşfettiği “bir teselli ocağı” değildir; ya da bu fikir, sadece bir düzen ve ahlaksal norm ihtiyacından değil, aynı zamanda insanoğlunun kendisini var etme ve örnek alacağı ideal bir kimlik ihtiyacından da kaynaklandı. Bu fikir insanlık tarihinde, tekerleğin keşfinden, enerjinin sakınım yasasının bulunuşundan daha radikaldir. Çünkü insanlaşan insanoğlu, bir bakıma Tanrıyı yaratarak kendisinin de ne olmasına karar verdi. Tanrı fikri, insanoğlunun varmak istediği menzilin ufuk ötesidir.
Çok uç bir fikirle belirtelim: Eğer insanoğlu, Tanrı düşüncesine ermeseydi bugün hala kuzenlerimiz olan maymunlarla halvet edecektik. Eğer insanoğlunun insanlaşması, determinist bir zorunluluk olsaydı, ama bugünkü Tanrı fikrini yaratmasaydı, iddia ediyoruz ki insan gene de bir başka Tanrı fikrine başvuracaktı. Tanrı fikri düşünsel portföyümüzde alternatifsizdir, onun bir başka eşi ve benzeri yoktur. İstisnasız her kavmin, her uygarlaşan insan topluluğunun kendine has bir Tanrı yaratması boşuna değildir. Tanrıyı keşfetmeden uygarlaşan bir hayvan türü olamazdı. Sınıfları olmayan, geleneksel aile ve devletleri olmayan kavimler bulunmuştur, ama antropologlar Tanrısız bir kavmi hala keşfedilememişlerdir.
İnsanın insanlaşması sadece DNA’larımızın ya da evrimin bir icadı değildir,  en başta bu, zihinsel gelişimimizdeki sıçramaların ve dolayısıyla Tanrı fikrinin bulunuşunun bir sonucudur.
Sanırız toplumlarda ideal bir kimlik ihtiyacı var olduğu sürece de Tanrı fikri yok olmayacaktır. En fazlası, eski Tanrı gidecek, onun yerine bir başka Tanrı gelecektir. Bu süreç, ancak insanoğlunun olağanüstü (bunun bile tam nasıl olacağını bilmiyoruz) geliştiği ve bizim de bugünden öngöremeyeceğimiz bir özgürlükler ve aşkınlıklar dünyasında son bulacaktır.

2. Kavram olarak ateizm
Kavram olarak ateizme ilk kez İngiltere’de, 16. yüzyılda yaşayan Sir John Cheke’nin Plutarchos’a ait “Batıl İnançlar Üzerine’ başlıklı eserini çevirirken rastlandığı saptanıyor.[2]  Antikçağda Tanrılara dair tartışmalar vardı; onlara atfedilen olaylara ve mucizelere ilişkin itirazlar yükseliyordu, hatta kimi zaman bazı Tanrılar reddediliyordu da, ancak modern anlamda, dünyanın deneyüstü bir alemden tamamen bağımsız olduğu düşüncesi henüz yoktu. Bu nedenle de o dönemde gerçek anlamda bir ateizmden bahsetmek olanaklı değildir.[3] Olan, ya sadece entelektüel açıdan inançsızlığını dile getirmeye cesaret eden bazı aykırı düşünürlerin varlığıydı, ya da muhalif aydınların kafirlikle suçlanmasıydı.[4]
Tanrı fikri hep vardı da Tanrısızlık fikri ne zaman doğmuş olabilir? Bu düşüncenin kökeni, uygarlık tarihinin ilk dönemlerine kadar götürebilir. Ateizm kavramının gerçek anlamda ilk kez Fransa’nın büyük aydınlanmacısı Denis Diderot tarafından kullanıldığı ve hatta onun açıktan “ateist olduğunu” söylediği de belirtilir.[5] Tanrı fikri ve bununla bağlantılı din olgusu Fransa’da, Ansiklopedistler ve Kuzey Avrupa’nın Aydınlanma filozofları tarafından sorgulanmıştı. Onlar bunu yaparken tabii ki felsefe tarihinin birkaç bin yıllık düşünsel mirasına yaslanıyorlardı. Onların öncülleri Mezopotamya’da, Mısır’da, kadim Indus’ta, Çin’de, Anadolu’nun Batı yakasında, Yunanistan’da ve Roma’daydı. Ateist görüşler, birkaç bin yıl önce Leukippos, Demokrit, Me Ti, Lao Tse, Wang Chung, Brihaspati, Uddalaka, Epikür ve özellikle de Lukretius tarafndan ortaya konmuştu. Ancak onlar Tanrı kavramını, doğrudan felsefi açıdan değil de,  bir başka açıdan, yani günlük yaşamın somut ihtiyacından hareketle sorguluyorlardı.
İnsanlık tarihinde Tanrı fikri ne kadar radikal bir sıçramaysa, ateist düşünce de ona yakın bir radikalliği ifade eder ve bunun toplumsal köklerine uzanmak, bir bakıma felsefenin ortaya çıktığı ilk çağlara kadar gitmek demektir. Kavramlar dünyasıyla ifade edersek, bir kavramı yaratmak ne kadar büyük bir devrimcilikse, onu yok etmek de en az onun kadar bir yaratıcılık gerektirir. Yaratmakla yok etmek neredeyse birbirine eşittir. Aslında eşittir de çünkü yaratamayan yok edemez, yok edemeyen de yaratamaz. Bu gerçek, diyalektiğin, kavramlar dünyasına oynadığı bir oyundur. Bazen söylenir ya “yıkıcılar yaratamaz” diye. Doğru değildir bu. Her yıkıcı aynı zamanda en büyük yaratıcıdır da. Ya da tersi de doğrudur.
İncelendiğinde görülecektir ki ateizm, hep toplumların aydınlanmasıyla ve bilimsel atılımlarla yükselişe geçmiş. Aydınlanmanın ve bilimsel atılımın köreldiği zamanlardaysa bu onun pırıltısı yeniden donuklaşmıştır. Bu nedenle tarihte aydınlanma ile bilimsel atılım, aydınlanma ile ateizm, ateizm ile bilimsel atılım arasında sımsıkı bir ilişki vardır. Tarihsel süreçler incelendiğinde görülecektir ki ateizm, kitlesel ve toplumsal başkaldırıların yaşandığı dönemlerde özellikle yükselişe geçmektedir. Toplumsal baskının arttığı, “havanın kurşun gibi ağır” olduğu dönemlerde ateizm ve aydınlanma çabası hep yer altına inmek zorunda kalmış. Baskı ve sömürüye isyan eden kitleler, mevcut iktidarlara karşı ayaklanırken aynı zamanda onların dini ideolojilerini de sorgulamışlardır. Bu nedenle isyanlar dönemi aynı zamanda laikleşme ve aydınlanma dönemleridir de. Ya da isyanlar dönemi, yeni bir Tanrının icat edildiği dönemlerdir. Tabii ki eğer bütün ulvi amaçlara bir yücelik ve tanrısallık atfedersek.
Bu makalede ateizmin tarihi, materyalizmin ve aydınlanmanın tarihiyle birlikte ele alınacaktır. Çünkü bu süreçleri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim tarihte ortaya çıkmış büyük bilim adamlarının hem büyük aydınlanmacılar hem de büyük dinsizler, zındıklar, kafirler ve Allahsızlar olduklarına tanık oluruz.
İnsanlık tarihinde yeni bir Tanrı fikrine sarılmak ne kadar devrimciyse, eski Tanrı fikrine sarılmak da bir o kadar çürümenin ifadesidir. Birincisinde Tanrı fikri insanın düşsel yeteneklerini kanatlandırırken, iradesini ateşlerken, düşüşte ise özellikle de toplumsal krizlerin yoğunlaştığı dönemlerde, çürümeyi hızlandıran bir faktöre dönüşmektedir. İnsanoğlu ilk çağlarda, Tanrıyı keşfederek toplum olurken, bugün akıl tutulmasıyla toplumunu dağıtmaktadır.

3. Ateizm nedir?
Yunanca bir kelime olan ateizm (ἄθεος=átheos) tanrısız anlamında kullanılırdı. İlk başlarda sadece bir sıfat olarak icat edilen bu terim, sonradan bir suçlamaya dönüşmüştür.
Dünya ve evreni, herhangi bir yüce varlığa dayandırmadan, onu kendi içinden anlatan ve açıklayan bütün dünya görüşlerine genel anlamda materyalizm veya ateizm denmektedir. Ancak tarihte bu kavram, mevcut bir kurallar dizgesinden ayrılarak, farklı bir yaşam tarzı ve inanca sahip olma anlamına da gelmekteydi. Nitekim hakim sınıflar bu kavramı, hasımlarını karalamak ve cezalandırmak için kullanmışlardı. Bunun acımasız örnekleri her dinde ve coğrafyada ziyadesiyle mevcuttur.
Ateizme dair güçlü çıkışları, eğer yazılı metinleri veri olarak kabul edersek, ilk kez Anadolu’nun Batı yakasında ortaya çıkan Doğa Felsefesi’nde (Thales, Anaximenes ve Anaximander) görürüz. Geçmişte ve özellikle de 17. yüzyıla kadarki tarihsel süreçte filozoflar, kendilerini açıktan ateist (tanrıtanımaz) olarak nitelendirmemişlerdi. Filozoflar mevcut dinin kurallarını, mitolojik efsanelerini ve Tanrısal buyruklarını sorguluyorlardı, ama bunu bir başka gücü, ruhu ve varlığı kanıtlamak için yapıyorlardı. Ama onların bu öğretileri ateistlikle itham edilmekteydi.
Tarihten bazı örnekler:
> Platon “Yasalar”da ateistlikle suçladığı hasımlarına verip veriştirmektedir.[6]
> Kyreneli Synedios (MÖ 249-129) ülkesindeki devlet dinine karşı çıkarken, dünyada birçok halkın ateist olduğunu ileri sürmektedir.[7]
> Romalı düşünür Cicero (MÖ 106-43), dini akımları birbiriyle kıyaslamak için kaleme aldığı “De Natura Deorum”da ateizme kapı aralamıştı.[8]
>Antikçağın birçok yazar ve düşünürü farklı inançtaki kavimleri (Yahudileri) dinsizlikle suçluyorlardı.[9]
>İlk Hıristiyanların inançları da pagan kavimlerce ateistlikle suçlanmıştı.[10]
Demek ki ateist düşünce ve bilinç, mevcut iktidarın ideolojisi olan kuralların ve alışkanlıkların reddedilmesi olarak ortaya çıkmıştı.

4. Felsefenin ayak izinde
Ateizmin izini sürebilmek için önce felsefenin ortaya çıkması gerekirdi. Nitekim felsefe, temelinde büyünün bulunduğu çok erken çağlarda filizlenmeye başlamıştı. İnsanoğlu, başlarda ne canlı varlıkların yapısına ve işlevine dair herhangi bir bilgiye sahipti ne de doğa olaylarının nasıl ve nereden kaynaklandığının hikmetine erebilmişti.
İlkel insan çevresiyle hem maddi hem de düşünsel açıdan özdeşti. Dünyaya dair düş gücü henüz zayıftı ve sadece insanı çevreleyen doğanın ufkuyla sınırlıydı. O hem içinde yaşadığı çevresinin hem de dünya ve evrenin ortak tanrısal bir düzenin kopmaz bir parçası olarak görüyordu. O nasıl ki koşuyor, avlanıyor, nefes alıyor ve yaşıyorsa, canlı ve cansız nesnelerden oluşan çevresi de yaşıyor ve nefes alıyordu. İlk insan, doğa karşısındaki çaresizliğinin verdiği bir hırsla, hem mükemmele erişmeyi arzuluyordu hem de doğaya büyü yoluyla etkide bulunarak, geleceğini tasarlıyordu. Ona göre her nesnenin, üzerinde etkide bulunulabilecek bir ruhu vardı.
Bilinci gelişmiş insanın öyküsü, onun yırtıcı hayvanlar gibi avlandığı erken bir zamanda, yani günümüzden 500 bin yıl önce başlamıştı. Bu dönem aynı zamanda insanoğlunun vahşet dönemiydi. Çok uzun bir aradan sonra, insanoğlu önce alet yaratmış, ardından da kısmen yerleşik düzene geçerek toplayıcılığa başlamıştı. Barbarlık dönemi olarak adlandırılan bu sürecin kökleri ise 10 bin yıl öncesine kadar gitmekteydi.

5. Ruhun Keşfi
Bu dönemde insanoğlu sürüden topluluğa sıçramış, avlanmada ustalaşmış, korunma ve barınmayı öğrenerek, yaşam alanına kavuşmuştu. Böylece ruh ve beden de birbirinden ayrışmaya başlamıştı. Düşünce hâlâ ilkeldi; ancak ruh ve beden arasında ve dolayısıyla madde ile ruh arasında bir çatışmanın olduğu varsayılmaya başlanmıştı. Bu varsayıma göre ruh, maddenin içinde yer almakla birlikte ondan bağımsızdı. Ruh bedeni, onun ölümüyle terk edebilir ve başka bir bedende boy verebilirdi. O görülemeyen, hissedilemeyen bir varlıktan ibaretti. İnsan düşüncesi henüz düalizmden uzaktı, ancak Tanrı fikrinin temel taşları da döşenmekteydi.
Belli bir gelişmişlik aşamasında insanoğlu duyularının, rüyalarının, düşünce ve tasavvurlarının kendi bedenin dışında, yani bedeninden özerk ama ona hükmeden; ölümüyle bedenini terk edebilen ve hatta ilahi bir varlıktan kaynaklanan başka bir varlığın olduğu düşüncesine yönelmeye başlamıştı. İnsanoğluna göre fikir, akıl, rüya, bilgi ve tasarım yetisi, maddeden (bedenden) bağımsızdı; bunlar yüce bir varlıktan gelmekteydi. Bu hem onun bir parçasıydı hem de ona hükmetmekteydi. İşte bu Tanrının da keşfiydi.
Gördüğümüz, duyumsadığımız ve etkisini fark ettiğimiz her maddi varlığın bir nesnelliği vardı; ancak insanoğlu gizemine akıl erdiremediği, gücü ve etkisine hayran kaldığı nesneler dünyasına tapınıyor ve onun karşısında secdeye duruyordu. Hem ideal olarak örnek aldığı hem de denetim altına alamadığı yüce güçler, kim bilir belki yakar, yıkar ve hatta yok edebilirdi. Bu güç ondan katbekat büyüktü, alt edilemezdi; ancak öfkesi, onu örnek alarak, yani ona secdeye durarak yatıştırılabilirdi.
Kendine yabancılaşmanın doruğu olan bu düşünce, aynı zamanda Tanrı fikrinin de temeliydi. İlkel insan ateş, güneş, ay ve rüzgârı ancak ilahlaştırarak kavrayabiliyordu.  Dolayısıyla ilkel insanın zihinsel dünyasını belirleyen bu dönem, aynı zamanda mitolojik çağın da başlangıcını oluşturuyordu. Bu düşünce, sanıldığı gibi zihinsel bir zaaf değil, aksine düşüncede devrimci bir sıçramanın ve dolayısıyla toplumsal açıdan devrimci bir atılımın ifadesiydi. İnsanoğlu bu yolla, hem doğaya yabancılaşıyordu hem de ondan bağımsızlaşarak, özgürleşerek kendi varlığının bilincine varıyordu.

II. Maddenin Keşfi
1. Soyutlamanın zirvesi
Maddi üretiminin ilerleyen sürecinde insanoğlu, doğada olup bitenleri günbegün, anbean izledikçe, olayların ve fenomenlerin birbirini neredeyse tıpa tıp takip ettiğini gördükçe, bazı olguların hep aynı ritimde tekrar ettiğini keşfettikçe, en önemlisi de bizzat kendi pratiğiyle çevresini, doğasını ve zihnini işleyip dönüştürdükçe tüm bunların tesadüflere bağlı olmayan, kökeninde belli bir nedensellik bulunan bir olgudan (töz, hareket vs.) kaynaklandığını anlamaya başlamıştı.
Düşüncede somuttan soyuta, algıdan mantığa sıçrayış, kendiliğinden olan, yani aklın veya zihnin zorlanmasıyla gerçekleşen bir şey değildi; bu bizzat insanoğlunun günlük yaşamıyla, yaşam pratiğiyle, deneyim ve becerisiyle kazandığı bir vasıftı. Duyudan düşünceye, algısal olandan mantıksal olana, tikelden çoklu olana, kısacası algısal bilgiden mantıksal bilgiye ulaşan insanoğlu, edindiği yeni ve nitelikli bilgilerle dünyasını daha derinden kavramaya başlamıştı. Bu bilgi ona, basit olandan karmaşık olana, yüzeysel olandan gözle görülmeyen ve daha derinlerde yatan nedenselliklere doğru ilerlemesini ve böylece doğaya hakim olmasını sağlıyordu. Bizzat insan emeğinin, üretim pratiğinin ve yaşam mücadelesinin bir eseri olan bu gelişme, birden bire değil, evrimsel bir süreç içinde anbean olmaktaydı ki, insanoğlu bu sayede hayvanlar âleminden uzaklaşarak “insanlaşıyordu”. 

2. Düşüncede Yarılma
İnsanlaşan, yani hem gizemli olayların ve doğa olaylarının sırrına eren hem de Tanrıyı örnek alarak doğa karşısındaki çaresizliğini aşan insanoğlu, olguların mantıksallığını keşfetmeye başlamıştı. Bu gelişme, insan zihninin bir ürünü olmakla birlikte sadece ondan kaynaklanmıyordu; fakat bizzat maddi hayatın bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Ama insanoğlu, bu dünyaya ait olanlarla öbür dünyaya ait olanlar arasında bir fark yaratarak, sadece kendi bilincinde bir yarılmaya neden olmuyor, aynı zamanda toplumsalın ideolojisini de yaratıyordu.
Toplumsallaşmak demek bir bakıma, kurala, norma, düzene, disipline, ahlaka ve dolayısıyla iyiliğe, yani erdeme, kardeşliğe sahip ve ait olmaktı; ve tabii ki, bu kuralların yarattığı toplumsala teslim olmaktı. Böylece hem toplum farklılaşıyordu hem de insanoğlu zihinsel bir yabancılaşmaya uğruyordu. Bu hem zihinsel bir sıçramaydı hem de ruhsal bir travma.
İnsanoğlu zihindeki bu yarılma sayesinde, sadece somut toplumsal yaşamını düzenlemiyor, aynı zamanda zihinsel fantezilerle süslenmiş geleceğini de tasarlıyordu. Bu aynı zamanda mükemmel olanın ve ütopyanın da keşfiydi.
İnsanoğlu toplumsallaşarak bireysellikten vazgeçiyordu, ama kendi geleceğini ve yeniden üretimini de güvence altına alıyordu. “Gök katmanlar” ve “öbür dünyalar”, insanoğlunun hâlâ doğaya bağımlılığının, ondan kopamamasının ve dolayısıyla “tam insan” olamamasının bir ifadesiydi. Onun zekasının bir ürünü olan ilahi ruhlar, güçler ve yaratıklar hem onun doğa karşısındaki çaresizliğinin dışavurumuydu hem de yaratıcılığının zirvesi. Aynı şekilde Tanrı fikrinin, bilinmezciliğin ve dinsel inancın tarihsel kökeni de bu imgelerde şekilleniyordu.

3. Düşünce mi Pratik mi?
Tarihsel veriler, Tanrı düşüncesinin insanoğlunun belli bir gelişme evresinde ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. İlahi olanla nesnel olan, Tanrısal olanla doğal olan çatışmaya başladıkça, sorgulamalar da alıp başını gitmişti. İnsanoğlunun zihnindeki tasarım ve yaratıcılık ve dolayısıyla çatışma, tarihsel gelişmesinin başından itibaren mevcuttu; çünkü “hayvanlar aleminden” ancak bu sayede uzaklaşabiliyordu.
Düşünce, maddi dünyanın zihindeki izdüşümüydü. Maddi dünya, mutlak ve durağan değil, göreceli ve hareketliydi. Dolayısıyla bilgi ve düşünce, ancak maddi dünyanın bağrında cereyan eden çatışmayla birlikte ortaya çıkabilirdi; ya da düşünce, maddi dünyada ve dolayısıyla zihinde çatışma olduğu için ortaya çıkmaktaydı.
Maddi dünyaya ait olan nesnel bilgi, insan zihninden, daha doğrusu insan pratiğinden bağımsız olamazdı. Maddi pratiği günden güne çeşitlenen, derinleşen ve hayatın birçok alanına birden etkide bulunan insanoğlu, olaylar ve gelişmeler arasındaki ilişkiyi anlamaya ve bunların birbiri üzerindeki etkisini kavramaya başlamıştı.
Avlanmak için bir odun parçası kullanan, odun parçasını sivrilterek avına saplayan insanoğlu, evrimsel süreçte büyük bir gelişme kaydediyordu; ancak birbirini bütünleyen iki farklı aleti üretmek veya tuzaklar kurmak bir başka gelişmişlik düzeyine ulaşmış olmayı gerektirmekteydi. Örneğin bir taş parçasını yontarak sivrilten, onu bir dalın ucuna takarak bir bağla birleştiren insanoğlu, hemen yanı başında bulunmayan ve dolayısıyla “tanrıların ona sunmadığı” ama bizzat kendisinin eseri olan yeni bir aleti, yani mızrağı üretmekteydi; ya da aynı şekilde bir dal parçasını sivrilterek ok yapan, ardından bir başka dal parçasını bükerek bir bağla geren ve sonra her iki aleti birleştirerek mükemmel bir av aleti üreten insanoğlu, zihinsel gelişimiyle bir anda bir başka çağa atlayıvermişti.
Bu zihinsel sıçramanın bir diğer göstergesi ise insanoğlunun strateji geliştirerek tuzaklar kurmasıydı. Gerçi avlanırken her canlı konumuna uygun stratejiler geliştirir; ancak insanoğlu strateji geliştirmeyi yaratıcı tuzaklarla da birleştirerek, bir başka dünyaya ait olduğunu yüksek bir boyutta ortaya koymaktaydı. Yeteneklerini geliştirirken o, sadece aleti üretmekle veya tuzağı hazırlamakla kalmamış, aynı zamanda bütün bu süreçte hem çevresini (doğal ortamı, nesneleri, iklim şartlarını, hayvanlar dünyasını) hem de kendisini keşfetmişti. O, yonttuğu ağaç hakkında bilgi sahibi olmuştu, okun boyu, eni ve sivriliği hakkında, yay için kullandığı ağacın niteliği ve germek için kullandığı bağcığın özellikleri hakkında yeni bilgilere sahibi olmuştu. Bu arada aleti kullanmak için gerilim gücünün etkisini, nişan almasını, hava ve rüzgârın etkisini de hesaba katarak basit balistik hesaplamalar yapmasını da öğrenmişti. Tuzaklar kurarken de avın hareket sahasını incelemiş, konum belirlemiş, çevresini dönüşüme uğratarak, tuzağın fark edilmemesini başarmış ve böylece hem doğayı hem de olağanüstü koku alma, görme ve duyma yeteneklerine sahip avını hileyle aldatmıştı.
İnsanoğlu artık yerleşik hale gelmiş, toplumsallaşmış, mantıklı düşünmeyi ve hayatı daha üst düzeyde organize edebilmeyi başarmıştı. Peki o artık kendisini Tanrı yerine de koymaz mıydı? Ya da Tanrının gücüne sahip olduğunu veya onu temsil ettiğini düşünmesi çok mu yersiz olurdu?

4. Bilgi mi madde mi?
Basit düzeyde de olsa üretim faaliyeti içinde bulunan, avlanarak ve ürün toplayarak geçimini sağlayan insanoğlu, bu yolla sadece içinde bulunduğu çevresini  ve dünyasını dönüştürmüyor, aynı zamanda kendisini de dönüştürüyordu. Mızrak yapan insan sadece odun parçasını yontmuyor, aynı zamanda henüz işlenmemiş bir “odun” olan kendisini de yontmaktaydı.
Maddeyi dönüştürerek kavrayan ve ona ait bilgiyi özümseyen insanoğlu, aynı zamanda kendisini de dönüştürmüş ve varlığının bilincine varmıştı. Bilgiye de başka türlü ulaşılamazdı. İnsanoğlunun zihninde patlamalara neden olan nitelikli bilgi, aynı zamanda yüksek bir soyutlamanın ifadesi olan kavramların üretilmesiyle oluyordu. İnsan zihni böylece, özelden genele doğru genişleyen bir kavramlar dünyası yaratıyordu.
Ancak esas gelişme onun yerleşik hale gelmesiyle, yani toprağı işlemesiyle, ihtiyaç duyduğu ürünleri çeşitlendirmesiyle, doğa olaylarının sırrına birbiri peşi sıra varmasıyla, yüksek derecede bir toplumsal örgütlenme gerçekleştirmesiyle, kısacası mükemmele yakın üretim araçları geliştirmesiyle mümkün hale gelmişti. Bu arada aile kurulmuş, işbölümü çeşitlenmiş, din bulunmuş, devlet de keşfedilmişti.
Bazı iddialara bakılırsa insanoğlu düşünmeye başladığında ilk önce ilahi güçlere tapındı, sonra maddi dünyaya ait bilgilere ulaştıkça bu düşüncelerden sıyrıldı. Bu, gerçeğin sadece bir kısmıdır. İnsan zihninin ana maddesi, yani düşüncesinin gıdası bilgidir. Bilgi olmadan düşünce de oluşmaz. Ancak, ne kadar ilkel olursa olsun insanoğlunun maddeden bağımsız soyut bir bilgiye ulaşması ya da o bilgiyi zihninde yaratması, o günkü basit pratiği nedeniyle mümkün değildi. İlkel insanın ilk düşüncesi, olabildiğince somuttu ve doğrudan pratiğe yönelikti. İlahi güçlere tapınabilmek, madde ötesi varlıklar tasavvur edebilmek, ancak soyutlama yeteneğinin ilerleyen aşamalarında mümkün hale gelmişti.
Doğru olan şudur: insanoğlunun bilgisi derinleştikçe zihinsel yetenekleri artmış, bununla olguları daha derinlemesine kavrarken de doğaya daha fazla müdahale edebilmiştir. Aklının ermediği doğa olaylarının arkasındaysa, kendisinin dışında ama kendine benzeyen bir başka güç aramıştır. Böylece insanoğlu, gelişmişliğinin belli bir aşamasında, kendi suretinin bir benzeri olan Tanrıyı yaratmıştır.
Alet kullanarak becerisi artan, becerisi arttıkça da düşünsel etkinliği artan insanoğlunun bilinci de buna orantılı bir şekilde gelişmeye başlamıştı. O bu arada, pratik yarardan hareketle karşılıklı yardımlaşmayı ve dayanışmayı da öğrenmişti. Karşılıklı anlatma ve kavratma ihtiyacı daha soyut kavramların türetilmesini zorunlu kılıyordu. Üretim pratiği temelinde biçimlenen dil, insan etkinliğinin çeşitlenmesiyle dallanıp budaklanmış ve bu da insanoğlunun hayvanlar âleminden kopuşunu kesin hale getirmişti. Sonra da insanoğlu, havasına, suyuna ve doğasına daha rahat uyum sağlayacağı bölgelere taşınmış, yerleşim yerleri inşa etmiş ve orada kökleşerek toplumlar kurmuştu.

III. Felsefenin Şafağı
Olayların ve gelişmelerin nedenselliği üzerine kafa yoran, fenomenler arasındaki  ilişkiye doğru yaklaşan düşünce tarzı, sınıfsız toplumlardan önce de yaygın olarak görülmekteydi. Üretim faaliyetinde ilerleme, temelinde büyücülük bulunan tıbbi müdahale, ev ve konut yapımı, üretim aletlerinin ve silahların yapımı, belli bir düzeyde bilimsel ve mantıksal düşünceyi zorunlu kılıyordu. Aksi takdirde kan bağına dayanan toplulukların ayakta kalması mümkün olmazdı.

1. Felsefe ocakları
Toplumların kurulma aşamasına; kentlerin kuruluşu, üretimin çeşitliliği, metallerin ve özellikle de demirin bulunarak yaygın olarak kullanılışı, gübreleme ve toprağın daha derinden işlenerek üç parçalı olarak işlenişi,[11] kafa ile kol emeğinin kesin olarak ayrılışı, bir kurum olarak dinin ortaya çıkışı, toplumsal yaşama yön veren ahlaki norm ve ilkelerin sınıflı topluma göre yeniden saptanışı, cinsiyete dayalı imtiyazların yerleşik hale gelişi, aile hukukunu ve mülkiyet ilişkilerini düzenleyen yasaların yazılı hale getirilmesi, toplumsal hiyerarşinin süreklilik kazanarak istikrara erişmesi ve en sonunda da devletin kurulması eşlik etmişti.
Büyü de farklılaşmaya uğramış din, bilim, felsefe, sanat ve siyaset gibi özerk düşünsel disiplinler ortaya çıkmıştı. 
Dünyanın belli bazı bölgelerinde ve özellikle de verimli topraklarda, yani Nil deltasında, kadim Mısır’da, Mezopotamya’da, Indus Vadisi’nde ve Sarı Irmağın verimli bölgelerinde gelişmiş toplumlar kurulmuştu.  Buraları mesken tutan gelişmiş toplulukların önce ortakçı örgütlenmeleri dağılmış ve sonra da kendi içindeki keskin iş bölümü nedeniyle üretim ve örgütlenmede daha bir karmaşık yapıya kavuşmuştu. Üretim teknolojisinin gelişmesiyle, önce düşünce ve bilim gelişmiş, sonra da felsefe, sanat ve kültür özgün düşünsel yapılar olarak ortaya çıkmışlardı. Böylece insanoğlu, dünyanın birliğine ve olayların anlaşılabilirliğine dair daha mantıklı açıklamalar yapmaya başlamıştı.
Ancak düşünce, sonsuz sayıda bilgi toplandıktan, sınıflandırıldıktan ve genelleştirildikten (kavramların yaratılması) sonra hakim sınıfın hegemonya aracı olan dine karşı materyalist felsefeyi yaratmıştı. Bu arada kentler sadece devlet erkânının değil, aynı zamanda bilim, sanat ve felsefenin de merkezi olmuşlardı. Düşünsel ve maddi açıdan hem sınıflardan bağımsız hem de onların bir parçası şeklinde ortaya çıkan aydın tabaka ise, kafa emeğinin yoğunlaşmasını, bilimsel ve felsefi bilgilerin toparlanması ve genelleştirilmesini sağlıyordu.
Toplumların gelişmesi ve sınıflara bölünmesiyle birlikte mitolojik düşünce de temelden değişikliğe uğramıştı. Dizginlenemeyen doğa güçlerini temsil eden tanrılar, aynı zamanda toplumsal nitelikler de kazanarak, korkutmaya, öldürmeye ve zalimlikler yapmaya devam etmişlerdi. Bir zamanların mızrakla avlanan, çapayla üretim yapan ve elinde kılıçla savaşan toplumun öncü ve önderleri, kral ve prens sıfatıyla Tanrı katına yükseltilmiş ve kutsallık kazanmışlardı. Onlar sadece toplumların ürettikleri artı değere zorla el koymuyor, aynı zamanda sömürü düzenlerini dini ideolojiyle açıklayarak, kendilerini dokunulmaz kılıyorlardı. Onların evren modeline göre dünyayı Tanrı yaratmıştı; bütün canlılarla birlikte insan denen günahkâr mahluklarsa kralların ve ruhban sınıfının inayetine teslim etmişti.

2. İdealizm ve materyalizm
Sınıfların ortaya çıkış sürecinde, devlet olarak örgütlenememiş, ancak devlet erkine benzer toplumsal ve askeri kurumları yöneten kesim (komutan, büyücü, demirci ustası, üretimin nasıl yapılacağını bilen ve öğreten), geniş halk yığınlarını belli bir düzen ve hiyerarşi içinde tutmak için sadece sahip olduğu toplumsal itibarını, askeri gücünü ve mesleki becerisini kullanmakla kalmadı,[12] aynı zamanda geçmişten bu yana gelen bütün toplumsal gelenekleri, örf ve adetleri ve özellikle de dini ideolojiyi tahakkümün bir aracı haline getirmişti.[13] Din ise bundan böyle sadece doğaüstü olayları açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda eşitsizliğin bir ifadesi olan toplumsal hiyerarşiyi ve bunun alt yapısını oluşturan baskı düzenini de gerekçelendiriyordu.
İnsanın bir zamanlar kendisini, toplumu, çevresini ve dünyayı anlamak için önünde secdeye kapandığı Tanrısı, şimdi dünyevi otoritenin emrinde ve toplumsal gelişmeyi engelliyordu. Bir zamanlar toplumun düzene sokulmasının, gelişmesinin ve ilerletilmesinin bir aracı olan din, artık insanı köleleştirmenin bir aracına dönüştürülmüştü. Toplumları geliştiren toplumsal önderler, komutanlar, olayların ve gelişmelerin kavranmasını kolaylaştıran büyücüler ve sanatçılar, artık toplumsal gelişmenin değil, toplumu köleleştirmenin özneleri olmuşlardı. İleri sürdükleri Tanrı kelamı ise, bundan böyle gelişme ile çeliştiği için, ne toplumları ve tarihi gelişmeyi ne de doğayı ve evreni açıklayabiliyordu.
Bazıları doğada olup bitenlerin ardında ilahi bir gücün bulunduğunu ileri sürerek bu olayların nedenini esrarlı hale getirirken, bir kısım filozofsa bu olayları yönlendirenin ilahi bir güç değil, fakat maddenin değişim ve dönüşümünü sağlayan bir iç nedensellikten ve hareketten kaynaklandığını belirtiyorlardı.
Hem evrensel hem de ebedi olan bu çatışmayı Platon, biraz basitleştirilmiş olmakla birlikte şu sözlerle ifade etmekteydi:
Hakikat üzerine yürütülen bu savaş, bir bakıma Tanrılar ile Titanların savaşı olarak ortaya çıkmıştı. Bir taraf ilahi ve görünmez olan her şeyi gökten yere indirmiş ve ancak ellediği her taş ve ağacın, yani duyumsanan ve ellenen şeylerin gerçek olduğunu ve dolayısıyla da gerçek şeylerin sadece cismani olduğunu ileri sürerken, aynı zamanda cismani olmayan şeylerin gerçek olduğunu ileri sürenlerden de öylesine nefret etmektedirler ve ayrıca onlarla bir yerde karşılaştıklarında da onlara hemen sırtlarını dönmektedirler... Onların gökteki hasımlarıysa onlara zıt gelen şu görüşleri ileri sürmektedirler: esas olan gerçek varlık, zihinsel olarak kavranandır. Onlar, karşı tarafın iddia ettiği hakikati, akışkan ve hareket içinde olması nedeniyle henüz oluşmamış ve gerçekleşmemiş bir şey olarak ifade ederek, onların cismani varlıklarını paramparça etmekteydiler. İşte gördüğümüz gibi bu sorun üzerinde hâlâ şiddetli bir kavga sürmektedir.[14]
Basit bir şekilde ifade edersek tarihte hep maddeden bağımsız ve ona dışarıdan hükmeden ilahi bir gücün (idea) olduğunu iddia edenler idealistler, maddeden başka bir gücün olmadığını ve varlığın salt maddeyle sınırlı olduğunu ileri sürenlerse materyalistler olarak adlandırılmışlardır.
İdealist felsefenin en önemli özelliği evreni, doğayı ve toplumları ilahi bir gücün yaratımı olarak görmesidir. Buna göre evren ve toplumlar sabit bir düzende varlık gösterirken, herkesin yeri de bu düzende önceden belirlenmiştir. Filozofun görevi, insanlara konumlarını, toplumdaki yerlerini, haklarını ve görevlerini açıklamak ve kabul ettirmektir. Bu düzeni sorgulamak ya da buna karşı gelmek beyhude bir çaba olmanın dışında yasaktır, günahtır ve Tanrıya karşı gelmektir. Nitekim felsefe, sapkın görüşün, düzen dışı düşüncenin, araştırmanın, sorgulamanın hizmetine koşulamaz; ya da inancı köreltmenin aracı olamazdı.

3. Materyalizmden ateizme
Materyalizm, insan merkezli, insanın yaşamına dönük ve onun doğadaki varlığının hizmetinde olan felsefi bir akım olarak ortaya çıkmıştı. Bu akıma göre öbür dünya, insanları korkutmak ve denetim altına almak için üretilmiş bir kurguydu.[15] Madde ezelden beri vardı ve değişiminin nedeni de bu tözün kendi içindeki hareketiydi.[16] Canlılar doğar, yaşar ve ölürdü. Bütün hayat da bundan ibaretti.[17] Bu dünyanın dışında bir de öbür dünya yoktu ve insanoğlu, sadece içinde yaşadığı dünyayı değil, aynı zamanda yaşadığı toplumu da anlamalı ve dönüştürmeliydi.[18] İçinde yaşanılan toplumları yaşanılır kılmak ve bu uğurda çaba göstermek, materyalistlerin daha başından itibaren temel uğraşlarının esasını oluşturmaktaydı.[19] İnsanoğlu, iddia edildiği gibi günahkâr ve yerde kıvranın bir sürüngen değildi, doğanın en yüksek niteliklerle donattığı, olağanüstü yetenekli bir varlıktı.
Dünyayı bir bütün olarak kavrayan materyalistler, öğretilerini ilk kez ortaya koyarken kimi naif ve fantastik düşünceler ortaya atmışlardı. Sonradan ateist düşünceye dönüşecek olan materyalist görüşlerin ilk tohumlarını Kadim Mısır’da ve Babil’de görüyoruz. Özellikle Mısır edebiyatının önemli eserlerinden biri olan “Kendir sahibinin konuşması”nda güçlü ateist düşünceler ifade ediliyor. Bu dünyayı öbür dünyayla kıyaslayan, mal mülk hevesini eleştiren kendirci şöyle denmektedir: “Herkes Imhotep’in ve Hordedef’in sözlerine kulak kabartıyor,
ama hani nerede onların kutsal ocakları?
Hani duruyor mu duvarları yerli yerinde; yıkılmış hepsi.
Sanki hiç yokmuşlar gibi.
Var mı oradan geri dönen, nasıl olduğunu anlatacak biri?
Var mı orayı anlatan biri;
anlatsa da gönlümüz rahatlasa biz de gidene kadar oraya?
İnsanların sıkıntısını öbür dünyadakilerin duyması mümkün değil.
Var mı malını mülkünü birlikte götüren oraya?
Giden geldi mi ki oradan? Bırak orayı ve yaşa buradaki hayatını adam gibi.”[20]
Bir tohum olarak toprağa düşen bu düşünceler sonradan başta Antik Yunanistan olmak üzere birçok başka bölgede etkisini devam etmişti. Hatta hem Plutarchos, hem de Diodorus Siculus, Yunanlı filozofların öğretilerini oluşturmadan önce kadim Mısır’ı dolaştıklarını ve Mısır bilgelerinden çok şey öğrendiklerinden bahsediyorlar.[21] Ayrıca Plutarchos, her şeyin kökeninin suda bulunduğuna dair görüşler ileri süren Thales’in , bu görüşlerini Mısırlılardan aldıklarını da belirtiyordu.[22]
İlk materyalistler dünyanın ve evrenin açıklanmasına dair bugün hâlâ geçerli olan çok isabetli teoriler de geliştirmişlerdi. Onlar maddenin sonsuzluğuna ve birliğine dair düşünceleriyle hem bilimsel düşüncenin gelişmesine büyük bir katkıda bulunmuşlar ve böylece toplumları aydınlatmışlardı hem de ateizmin felsefi zeminini hazırlamışlardı. Bugün hâlâ doğruluğundan hiçbir şey kaybetmemiş olan maddenin çelişme yasasını, hareket ve diyalektik öğretinin esaslarını sonraki yüzyıllar antikçağın büyük filozoflarından öğrenmişti.
İnsan ilişkilerini, toplumsal düzeni ve devlet kurumlarını sorgulayan materyalist filozof ve düşünürler, dini öğretilerle güncel yaşam arasında yakın bir ilişki kuruyorlardı. Yer yüzünde ezilen ve zulüm gören insanın konumuyla, öbür dünyanın öngördüğü acımasız cezalar arasında paralellikler kuruluyordu. Aynı zamanda önemli bir aydınlanmacı olan Platon’un amcası Kritias’a göre insanoğlunun düşünsel fantezisinin bir ürünü olan dinler, yöneticilerin insanları yönetmek için kurguladıkları pratik bir araçtan başka bir şey değildi. [23] Hatta ünlü Roma tarihçisi Plobios’a göre dinler devlet yönetiminde bilinçli olarak kullanılan araçlardı.[24] İlk kez ilkel ve sezgisel olarak Mısır’da ve Mezopotamya’da ileri sürülen bu görüşlerin benzerleri, sonradan Anadolu’nun batı kıyısında sistemleştirilmişti. Aynı tarihlerde Çin’de ve Hindistan’da da buna benzer görüşlerin ortaya konduğuna tanık oluyoruz.

III. Hint’ten Yunan’a Ateist Düşünce
1. Hint materyalizmi
Hint felsefesinin ilk temel metinleri aynı zamanda kutsal metinler olarak kaleme alınmışlardı. Bunlar tarihsel süreçlerin insan bilincine yansımasını ifade eden nadir eserlerdir. İnsanın kendi bilincine varması, içinde yaşadığı doğaya, topluma ve toplumsal ilişkilere yabancılaşması, soyutlamada sıçrama, kavramların üretilmesi birbiri ardı sıra bu metinlerde dile gelir. Bunlar hem toplumun içinde bulunduğu üretim ilişkilerini açıklar hem de bu ilişkilerin yarattığı düşünsel iklimin gelişimini gösterir.[25]
Vedalarının ortaya çıktığı dönem aynı zamanda sınıfsal farklılaşmanın derinleştiği ve toplumun mitolojik çağdan dinler çağına geçtiği ara döneme denk gelir.[26] Hint vedalarındaki cennet ve cehennem, ateş ve şimşek, arkadaşlık ve yabancılık, dostluk ve düşmanlık, iyilik ve kötülük, inanç ve inançsızlık kavramları, toplumsal farklılaşmayı ortaya koyarlar.[27]
Hint felsefesinde önemli bir akım olan materyalist düşünce, hem idealist düşünceyle birlikte hem de ona karşı mücadele içinde gelişmiştir. Kutsal metinlerde her iki düşünce akımının izlerini görmek mümkündür. Hint vedalarının hükmünü doldurduğu yüzyıllarda “Batıni öğretiler” olarak ortaya çıkan Upanishadlar, materyalist öğretiye ait önemli bölümler barındırıyorlardı. Upanishadlarda birçok görüşü yan yana okumak mümkündü.[28]
Özellikle Brhadaranyak-Upanishad metinlerinde materyalist düşüncelerin izleri çok belirgindir. Bu metinlere göre “her şey, Brahmanlar ve Tanrılar bile varlığını suya borçludur”.[29]
Bir başka materyalist akım olan Svabhava-vada ise, “doğada tesadüflerin ve kaosun olmadığını, her şeyin doğasına uygun bir şekilde meydana geldiğini ve olguların temelinde yüce bir iradenin bulunmadığını, aksine değişimin ve oluşumun kendi içinden kaynaklandığını” ileri sürmekteydi: “Yaşayan ve yaşamayan her şey, kendi içindeki doğal gücün etkisiyle hareket etmektedir ve aynı bu nedenle de hareketlerine bir son vermektedirler.”[30]
Her iki akım da ruhların hareketini ve öbür dünya inançlarını reddederek ateist düşüncelerin gelişimine büyük bir katkıda bulunuyorlardı. Örneğin Hint vedalarına keskin eleştiriler yönelten Carvaka öğretisi, “gerçeğin temelinin kutsal metinlerde bulunduğuna” dair görüşlere karşı cesur tutum alıyordu. Bu öğretiye göre ne tanrısal bir buyruk (sruti) olabilirdi ne de kutsal bir gelenek (smrti). Bu öğreti kendi içinde güçlü ateist görüşler barındırıyordu: “ateş sıcaktır, su ise soğuk/ve ayıltır insanı sabah serinliği./Peki bunu ne ile açıklamalı? Çünkü her şey kendi doğası içinde oluşur.”[31]
Materyalist ve ateist düşüncenin gelişimini bilimsel gelişmelerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Kadim Hint felsefesi, insan anatomisi, matematik, yer bilimi ve astronomi üzerine yapılan çok önemli araştırmalara dayandırıyordu. Bu öğretilerin bir kısmı sonradan Mezopotamya üzerinden Antik Yunanistan’a ve oradan da 9.-12. yüzyıllarda ortaya çıkan İslam uygarlığına aktarılmıştı.
Hint topraklarında materyalist ve ateist düşünceyi ilk kez ortaya atanlardan biri de Brihaspati’ydi.[32] Ne yazık ki onun günümüze kadar gelmeyen eserlerine ve bu eserlerde ortaya koyduğu görüşlerine ilişkin bilgileri onun hasımlarının kaleme aldıkları metinlerinden biliyoruz.
Görüşleri şöyle sıralanmış:
1.     Gerçek dört elementin birleşmesiyle meydana gelmektedir: ateş, toprak, su ve
2.      Sadece üzerinde yaşadığımız bu dünya vardır, başka bir dünya yoktur.
3.     Yüce ilahi güçler gerçek anlamda yoktur; Tanrı, zenginlerin yoksulları sömürmek için icat ettikleri bir aldatmacadır. Diğer dinler gibi Brahmanizm de halk için zararlı ve kabul edilemez bir dindir.
4.     Dinsel anlamda düşünülen bir ruh mevcut değildir; maddeden bağımsız bir ruh yoktur. Düşünce ve bilinç maddeden kaynaklanan fenomenlerin ürünleridir.
Hint felsefesinin bir başka filozofu Uddalaka, maddi dünyanın sır perdesini aralarken, bilginin de kaynağına yönelmektedir. O, maddi yaşamın nasıl meydana geldiğini, olguların nedenselliğini, maddenin hareketini, varlığın ortaya çıkışının sebebini ve bilgiye ulaşmanın yolunu basit ama bilimsel kavramlarla açıklar. Kavramların nasıl oluştuğunu, insanoğlunun bilgiye nasıl basitten karmaşığa ve tekdüzelikten çok boyutluluğa doğru bir hat izleyerek ulaştığını Uddalaka’nın diyaloglarından öğreniyoruz.[33] Onun metinlerinde olgular, basit ve yalın örneklerle anlatılır. Ona göre, her kavram kökeninde toplumsal pratiğin olduğu yeni bir yaratımdır.[34]
O, şeyler arasındaki ilişkiyi sorgular, yüzeyde görüneni değil, derinde yatana yönelir ve nedenler üzerine kafa yorar.[35] O, hem maddecidir hem de olguları diyalektik ilişkileri içinde inceler.[36]

2. Çin felsefesi ve Yüz Düşünce Akımı
Hint felsefesinin oluşum ve gelişim sürecine benzer bir gelişme de Çin’de yaşanmaktaydı. Tarihsel bulgular, Çinlilerin Şang kavmi döneminde (MÖ 1765-1050) bir uygarlık meydana getirdiklerini, ipeği ve bronzu işlediklerini, yaygın bir üretimde bulunduklarını ve ayrıca her tülü savaş aleti geliştirdiklerini kanıtlamaktadır. Ayrıca Şang kavminin anaerkil bir düzende yaşadığı da düşünülmektedir.[37]
Çin felsefesinde görülen tarihsel sıçramalar, Çin’in siyasal tarihiyle de birebir örtüşmektedir. Çin’in felsefi tarihi kabaca üç döneme ayrılır. Birinci dönem olarak görülen Batı Çou Dönemi (MÖ 1066-770) aynı zamanda “Büyük Uyum Dünyası”nın, “yani birlik ve dirliğin, barış ve kardeşliğin hüküm sürdüğü ilk dönem (Da-tong)”dir.[38]
İkinci dönem (MÖ 770-476) Çin’de köle emeğinin yoğun olarak kullanıldığı, devlet arazilerinin feodal beyler tarafından paylaşıldığı ‘Bahar ve Sonbahar Dönemi’dir. Bu dönemde üretim araçları (demirin işlenmesiyle) olağanüstü gelişme kaydetmiştir.[39]
Üçüncü dönemse (MÖ 475-221) Çin’in kendi içinde parçalanmaya uğradığı ve birçok devletin birbiriyle kıyasıya savaştığı ara dönemdir. En derin felsefi ve siyasi metinler “Savaşan Devletler Dönemi” olarak bu dönemde yaratılmıştır. Bu dönem tarihte hem “Savaşan Devletler Dönemi” hem de “Yüz Düşünce Okulu” olarak adlandırılmaktadır. Çin’in en yetkin ve en sıra dışı düşünce akımları bu çağda ortaya çıkmıştır. Bu dönem çoğunlukla antik Yunanistan’ın 5. ve 4. yüzyıllarıyla kıyaslanmaktadır, çünkü aydınlanma, felsefi yaratım, siyasi ve bilimsel hamle en çok bu dönemde görülmüştür.
Çhou Hanedanlığı döneminde başa geçen kralların en önemli görevi, Tanrının oğlu sıfatıyla hem toprağın verimliliğini düzenlemektir hem de toplumu adaletle yönetmektir. Sihir ve büyü sayesinde hem toplumsal hem de dünyevi ve göksel düzen istikrara kavuşur. Bunu sağlamak, kralların en önemli görevlerindendir. Bunu beceren kral ayakta kalır, beceremeyense, Tanrının gazabına uğrayarak, bir halk ayaklanmasıyla devrilir.[40]

3. Yüz Düşünce Okulu ve ateist düşünce
Merkezi Çin devletinin dağılması, birçok saray memurunun işsiz kalmasına neden olmuştu. Engin felsefi ve siyasi deneyimlere sahip birçok üstadın hem geçimlerini sağlamak hem de siyasi ve felsefi görüşlerini yaygınlaştırmak için düşünce okulları kuruyorlardı.
Bu okullardan ilki ve en etkilisi öğrencileri tarafından “üstat” diye anılan Konfüçyüs’e aitti. Öğretisinden de görüleceği gibi o aslında, tam bir “Bahar ve Sonbahar Çağının”, yani çöküş dönemin insanıydı.
Konfüçyüs’ün felsefesi, feodal dönemin ideolojisini yansıtır. Eserlerinde ahlak, erdem, itaat, düzen ve saygıdan, adalet, eşitlik ve merhametten söz edilir. Onun felsefi görüşleri, hakim sınıfın ideolojisidir, ancak aynı zamanda yoksulların ve köylülerin eşitlik ve adalet çağrısına da kulak verir. Eserleri, içerdiği nesnel materyalist bakış açısı nedeniyle ilerici unsurlar taşır. Öğretisi nesnel olguları gözetir, maddi yaşamdan bahseder, insan pratiğini önemser ve bu nedenle materyalist vurgular içerir. Görüşlerini açıklarken sıklıkla diyalektiğe başvurur. 
Bir sonraki dönemde etkin olan Me Ti ( MÖ 470-391) ise, savunduğu evrensel insan sevgisiyle, savaş karşıtlığı ve evrensel barış düşüyle birçok düşünce adamı üzerinde derin izler bırakmıştır. Ona göre, Konfüçyüs’ün aileye ve kavme yönelik insan sevgisi dar bir ufka sahiptir. İnsan sevgisi aileyi, kavmi ve hatta devlet sınırlarını aşmalı ve bütün insanlığı kucaklayan bir ülküye dönüşmelidir. Me Ti’nin en büyük düşü herkesin eşit olduğu evrensel bir toplum yaratmaktı:
Büyük dava (Da) hüküm sürerken, dünya herkesin ortak malıydı. Yetenekli ve becerikli olanları yönetici yapıyorlardı; herkes doğruyu söyler ve birliği gözetirdi...Yaşlılar huzur içinde son günlerini beklerlerdi; güçlü olanların işi ve gücü olurdu; yaşlılar, çocuklar ve bakıma muhtaç olan yetim ve dulların bir bakımcısı olurdu. İsrafa izin verilmezdi, ama kimse de mal mülk edinme derdinde olmazdı. Herkes gücünün yettiği kadar işe sarılırdı, ama kimse kendi hesabına çalışmazdı. Hile ve takiyye son bulmuştu, çünkü bunlara ihtiyaç yoktu. Hırsız, yankesici, katil ve saldırgan yoktu. Evlerin kapıları vardı, ama onları hiç kimse kapamazdı. Zaman büyük uyum dünyasının zamanıydı.”[41]
 “Savaşan Devletler Dönemi”nin bir diğer akımıysa Taoculuktu. Tao, yani “Yol” akımının en etkin üstadı MÖ 6. yüzyılda yaşamış Lao Tse idi. Onun öğretisine göre insan ne iyiydi ne de kötü. Her şey kendi içinde çelişmeleriyle birlikte ortaya çıkmaktaydı. Çelişmenin bütünlüğünü parçalamak, karışık kafaların beyhude bir çabasıydı. Lao Tse’ye göre toplumsal sorunlar, kaynağa, yani Tao’ya dönerek çözülebilirdi.
Onlar iktidarı fuzuli görüyorlardı; kuralları reddediyorlardı çünkü mal mülk hırsını kabul etmiyorlardı. Onlara göre ilk topluma (Chou dönemi) dönüş, hiyerarşinin, gücün ve toplumsal farklılıkların olmadığı yere dönüştü. Lao Tse’ye göre insanoğlu kendi kendine yeten küçük köyler inşa etmeli ve hiyerarşiye, aşırı mal ve mülk hırsına izin vermemeliydi, Böylece ne silaha ve baskıya ne de sömürüye ihtiyaç duyulacaktı.[42]
Materyalist felsefe, Çin’de ilk kez bütün derinliğiyle Wang Chun tarafından dile getirilir. O sadece hurafelere karşı mücadele etmez, aynı zamanda köklü bir geleneğe dayanan Konfüçyüs felsefesini de açıktan hedef alır. Onun materyalist felsefesi ve şüpheci öğretisi, ateist düşüncenin toplumda kökleşerek etkin olmasında tayin edici rolü oynamıştır.
O, Lun Heng[43] başlıklı eserinde hem her şeyi akıl süzgecinden geçirmekte hem de geleneklere dayanan batıl inançları sert bir şekilde eleştirmektedir.[44] Evrenin ve doğanın, Yin-Yang güçlerine dayanan beş element tarafından meydana getirildiğini belirten Chun, gökyüzünün (Tanrı) kendi başına bir bilincinin olmadığını iddia ediyordu.
O maddeci felsefeye dayanarak doğa olaylarının “kendiliğinden” meydana geldiğini ileri sürüyordu. Ayrıca her olayın kökeninde erkek ve dişi güçler, yani gökyüzünün simgesi olan Yin ve yeryüzünün simgesi olan Yang bulunmaktaydı. Yin ve Yang hem birbirinin zıddı hem de birbirini bütünleyen eşit parçalardır. Ona göre maddi dünya ortak bir tözden meydana gelmektedir. Bu töz seyrelerek ve yoğunlaşarak, maddeleri oluşturmaktadır. Gökyüzü bu tözün seyrelmiş haliyken, yeryüzü ise onun katı halidir. “Nasıl ki su katılaşarak buz oluyorsa, Chhi (töz) de katılaşarak insan bedenini meydana getirmektedir. İnsan öldüğünde tıpkı eriyen buzun yeniden suya dönüşmesi gibi, o da eski tözüne dönüşecektir. İnsan da diğer şeyler gibi maddeden oluşan bir bedene sahiptir; nasıl ki diğer nesneler öldükten sonra ruha dönüşmezlerse, insan da dönüşemez. İnsanın diğer varlıklardan bir farkı vardır, ama bu insanların ruha dönüşecekleri anlamına gelmez. İnsanların öldükten sona da bir bilinç taşıdıklarına dair herhangi bir kanıt henüz yoktur. Ölmüş bir insan, tıpkı ölen diğer yaratıklar gibi, yeniden bir beden edinemez ki o insanlara (ruh ve cin olarak) zarar verebilsin.[45]
O tıpkı Epikür gibi her fiziksel olayın arkasında doğal sürece dayanan bir nedensellik arıyordu, bunun için de doğadaki olayları deneylerle tekrar ederek kanıtlamaya çalışıyordu. Hurafeleri çürütmek için sıklıkla doğadan basit örnekler veriyor ve her şeyin bir nedeninin bulunduğunu, ama bunların yüce bir gücün iradesiyle değil, kaostan kaynaklanan tesadüflerle oluştuğunu söylüyordu.[46]
Tanrıyı kavramını da sorgulayan Chung, yazılarında her ateistin başvurduğu bir argüman dayanıyordu: “Eğer gökyüzü (Tanrı) insanları belli bir amaç için yaratmış olsaydı, o zaman o, insanların birbirlerini yemelerini ve öldürmelerini değil, aksine birbirilerini sevmelerini öğütlerdi. Eğer birileri buna karşı ‘her şeyin birbiriyle kıyasıya yarışan beş elementten oluştuğunu ve bu nedenle de çatışmanın kaçınılmaz olduğunu’ iddia ederse, o zaman ben de Tanrının yaratıklarını sadece birbirilerini sevmelerine yol açan Chi ile donatması gerektiğini söylerim. Tanrı yaratıklarının birbirilerini öldürmelerini, birbirilerine karşı savaş yürütmelerini ve birbirilerini mahvetmelerini değil, birbirilerini sevmelerini öğütlemeliydi.[47]
Yeryüzünün oluşumu üzerine kafa yoran Chung, “dünyanın kendi etrafındaki devinimi sayesinde katılaştığını” ileri sürüyordu. Ancak bu düşünceler onun özgün görüşü olamazdı, çünkü bunlar daha önceden MÖ 2. yüzyılda Huai Nan tarafından “Huai Nan Tzu” (Prens Huai Nan’ın Kitabı) dile getirilmişti.[48]
İnsanın Tanrı tarafından özel olarak yaratıldığını ve her şeyin merkezi olduğunu iddia eden görüşlere ise Chung, “insan yorganın dikiş hattına saklanmış bitlerden farklı değildir” diyerek yanıt veriyordu. Ama insanın “çıplak canlılar içinde en zeki ve en akıllı yaratık” olduğunu da belirtmekteydi. İnsanla sineği karşılaştıran Chung, “eğer sinekler insanların ne düşündüklerini anlamak için onların kulağının dibinde ses çıkarsaydı, insanların bunu duyamayacağını, insanların da aynı şekilde ne konuştuklarını gökyüzüne (Tanrı) duyuramadığını ve bu nedenle de insanların gökyüzüne yakararak arzularını bildirmelerinin beyhudece olduğunu” belirtmektedir.[49]
Dinlere dayalı hurafelerin çöküşe geçen devletler ve hanedanlar döneminde artışa geçtiğini belirten Chung, sözlerini şöyle sürdürmektedir: “Çöküşe geçen hanedanlar cinlere inanma eğilimi göstermeye başlamaktadırlar. Ahmaklarsa gönüllerini ruh çağırma seanslarıyla rahatlatmaya çabalıyorlar. Chou Hanedanlığı yıkılışına doğru kurbanlar adıyor, cinleri çağırıyordu. Ruhsal bozukluklar bu ayinlerle rahatlatılmaya çalışılıyordu. Ahmak hükümdarlar, yollarını şaşırınca görevlerinin ne kadar önemli olduğunu unutmaya başlıyorlardı. İyilikleri azaldıkça da tahtları daha bir sallantıya giriyordu. Peki sonuç nedir? İnsanlar mutluluklarını kendi ellerinde tutmaktadırlar, mutluluğun cinlerle herhangi bir alakası yoktur. Başarı onların çabalarına bağlıdır, yoksa onların kurbanlarının sayısına değil.[50]
Birçok ünlü çağdaşının dini hurafelere, ruhlara, cin ve perilere inandığı bir dönemde Chung, materyalizme dayanan bilimsel çabalarıyla, deneyleriyle ve açıklamalarıyla Çin’de ateist düşüncenin gelişiminde tayin edici bir rol oynamıştı.[51]

3. Milet felsefesi ve ateizm
MÖ 6. yüzyılda Anadolu’nun batı ve güneybatı sahillerinde, Homeros’un destanlarında bahsedilen hareketli kentlerde, hem ticari bir hareketlenme görülüyor, hem de bütün bölgeyi etkisi altına alan toplumsal ve siyasi bir altüst oluş yaşanıyordu.
Kent ticaretine hâkim olan yükselen sınıf, gün geçtikçe etkisini toplumsal ve siyasi alanda da gösteriyordu. Bu sınıfların aydın ve düşünürleri, geleneksel ilişkilere meydan okuyarak, toplumsal aydınlanmanın yolunu açıyorlardı. Onlar MÖ 6. yüzyılda, dünyayı ve toplumu sorgulayarak, kökleri Hesiodos’un mitolojisine dayanan batıl inançlara karşı çıkıyorlardı. Onlar, doğa olaylarını ve maddi gelişmeleri bilimsel ve felsefi (spekülatif) boyutuyla açıklıyorlardı. Antik Yunanistan’da ateizmin en önemli düşünürlerinden biri olan Xenophanes (MÖ 565-473), sadece Yunanların çok tanrılı dinleriyle alay edip durmuyordu, aynı zamanda Tanrıların insanları değil, aksine insanların Tanrıları yarattıklarını söyleyip duruyurdu.
Eğer öküzün, aygırın ve aslanın olsaydı elleri
resmederlerdi onlar da elleriyle,
insan gibi
o zaman aygır, aygıra benzeyen öküz de öküze
Tanrılar resmederdi
onlar da aynen kendilerine benzeyen varlıklar resmederdi.[52]
Antik Yunan’da boy veren materyalist felsefenin başını, kendisi de bir ticaret adamı olan Miletli Thales (MÖ 624-547) çekiyordu. O, maddenin kökenini suya dayandırarak, her şeyin kökeninin tek bir bölünmez varlıkta olduğunu iddia eden atomculara da hipotetik bir temel sunmuştu. Thales’i takip eden Efesli Heraklit de (MÖ 550-480) bütün varlıkların temelinde bir maddenin bulunduğunu, diğer varlıklarınsa onun dönüşümünün bir sonucu olduğunu belirtiyordu.[53] Heraklit, her şeyin eninde sonunda yeniden kendi temel kaynağa dönüşeceğini; her şeyin birbirinin içinde bulunduğunu ve sürekli dönüştüğünü vaaz ediyordu. Maddenin dönüşüm sürecini zıtların birliğinden kaynaklanan bir mücadele olarak gören Heraklit, aynı zamanda bu ilkeyi hareketin temel yasası olarak da ilan etmişti.[54]

4. Atom öğretisinden ateizme
Heraklit’in düşüncesinin bir gelişimi olarak ortaya çıkan atom öğretisiyse, maddeyi, dönüşen ve hatta biçimsel olarak yok olan bir varlık olarak görüyor, ama atom olarak adlandırdıkları en küçük parçanınsa, kesinlikle yok olmadığını ve hatta onun sabit bir yapıya sahip olduğunu da saptıyordu. Bu akımın başını önce Leukippos (MÖ 500-440), sonra da onun öğrencisi olan Demokrit (MÖ 460-370) çekmişti.
Hakkında pek fazla bir şey bilmediğimiz Leukippos’a göre “hiçbir şey kendiliğinden var olamazdı; her şeyin doğal bir nedeni vardır ve her şey belli bir zorunluluktan kaynaklanırdı.”[55]
Abdera’da doğan Demokrit’in adı antikçağ materyalizmiyle özdeşleşmiştir. Spekülatif unsurlar içermekle birlikte onun öğretisi, günümüzde de görüldüğü gibi hem bilimi hem de felsefeyi derinden etkilemiştir. Onun öğretisi, materyalist olduğu kadar ateist düşünceye de kaynaklık eder. O, öğretisini oluşturmadan önce Mısır’ı, Mezopotamya’yı ve Hindistan’ı gezmiş, hem dönemin batıl inançlarına karşı çıkmış, hem de insanın Tanrı fikrine ihtiyaç duymadığını savunmuştu. Ona göre Tanrı fikri, doğa felaketlerinden korkan insanoğlunun bir fantezisidir. Eserleri, eğer bunları Platon yakmamışsa[56], yakılıp yok edilmiştir. Eserlerinden günümüze sadece birkaç fragman kalmıştır. Bu büyük filozofun görüşlerinden bahseden Sextus ise şöyle demektedir: “Bazıları, insanoğlunun Tanrı fikrine, doğa olaylarından ve mucizelerinden hareketle ulaşmışlardır ki Demokrit bunu söyleyenlerden biriydi. O, doğa olaylarının nedenlerini bilmeyen atalarımızın, şimşek çakınca, gök gürleyince, yıldızlar çarpışınca, güneş ve ay tutulunca bunun arkasında hemen Tanrıyı aradıklarını söylemiştir.”[57]
Demokrit insanların Tanrı fikrine “Eidola” (akan resimler) sayesinde ulaştıklarını şöyle belirtmektedir: “İnsanlar, nedenini bilmedikleri doğa olaylarının arkasında bir Tanrı aramışlardır, halbuki her şey doğadan ibarettir ve ölümsüz bir şey de olamaz.”[58] Ona göre Tanrılar, insanın niteliklerinden esinlenilerek tasavvur edilmişlerdir. Zeus, güneşin kişiselleştirilmiş halidir; Athena ise aklın simgesi.
Demokrit’in bir diğer özelliği ise onun bir siyaset adamı olarak köleci sistemi sorgulaması, insanların özgürlüğünü ve eşitliğini savunmasıdır.
Antikçağda ateist bilince erişen bir başka filozofsa Protagoras’dı ki o bunu şöyle ifade ediyordu: “Tanrıları ne görebilirim ne de hakklarında bir şey bilebilirim. Geçmişlerini araştırmaya ise kimsenin ömrü yetmez.” Bu filozofun “Tanrılar Üzerine” başlıklı eseri de ne yazık ki yok edilmiştir.[59]
Sinoplu Diojen (MÖ  404-3223) ise Tanrıları tümden reddediyordu. Ütopik bir eser olan “Kutsal Metinler”in yazarı Messeneli Euchmeros (MÖ 4.-3. yüzyıl) ise “Tanrı fikrinin yönetici kralların suretinden türetildiğini” belirtiyordu.[60]
Materyalist ve ateist düşüncenin güçlü bir savunucusu olan Epikür (MÖ 341-270), Demokrit’in atom teorisini diyalektik bakış açısıyla yeniden ele almıştı. O aynı zamanda antikçağın en etkin aydınlanmacılarından da biriydi. Bu nedenle onun eserleri yasaklanmış ve yok edilmiştir. Doktora çalışmasını Demokrit ve Epikür üzerine yapan Marx, onu, antik Yunan tarihinin en büyük aydınlanmacısı olarak görüyordu.[61]
Atomcuların en önemli teorisi maddenin bir varlığa sahip olmasıydı. Onlara göre, duyumsanan ve algılanan varlık gerçekti ve o da sadece maddeydi; dünya ve dünyayla birlikte görülen, algılanan ve duyumsanan her şeyin temelinde, algımızın dışında da mevcut olan madde bulunmaktaydı. İşte bu mutlak maddeci teori, günümüze kadar gelmekte olan materyalist düşüncenin de temelini oluşturmuştu.
Onlar bu görüşlerini sadece doğaya değil, aynı zamanda toplumsal birliğin temelini oluşturduğunu düşündükleri ahlak öğretisine de uygulamışlardı. Bu basit bir indirgemeci yöntem değil, materyalist tutarlılıktı. Böylece felsefe tarihinde, dünyayı ve doğa olaylarını açıklayan bütünlüklü bir model ve algılama tarzı da geliştirilmişti.
Her şeyin temelinde ortak bir nedensellik arama yöntemi, bilimde bir basitleştirme tehlikesine yol açmakla birlikte, kendisini bilim alanında kanıtlamış ve kabul ettirmişti. Bu sayede hem antikçağ felsefesi büyük gelişme kaydetmişti, hem de modern bilim (bütün canlıların tek bir kökenden geldiğini söyleyen evrim teorisi) sıçramalar yapmıştı.

5. Materyalizmin Aydınlanma ve ateizmle ilişkisi
Doğa felsefesinin metinleri soyutlama yönteminin harika örnekleridir. Bu tezlerin bir kısmı geçerliliğini hala korurken, bir kısmı ise gülümsememize neden olacak kadar naiftir. Ancak bundan tam 2500 yıl önce ortaya atılan görüş ve düşünceler, bilinmeyen ve bir sır olarak kabul gören, en hafifinden Tanrısal olduğu düşünülen maddenin, varlığın ve töz kavramının özgürleşmesini sağlamıştır.
Hareket ve değişim olgusunun kavranması, onların cesur çıkışları sayesinde mümkün hale gelmiştir. Onlar sadece batıl inançlara ve hurafelere karşı mücadele etmemiş, aynı zamanda tehditlere karşı da göğüs germişlerdir.
Peki nasıl olmuştu da 2500 yıl önce Yunanistan’da, bu konuda önemli başarılar kazanılmıştı? Antik Yunanistan’ın ayırt edici özelliği, onun ekonomik başarının yanı sıra siyasi örgütlenmede de yeni keşifler yapmasıdır. Yunanistan, yoğun köle emeğini doğrudan meta üretimine sokarak, tarihsel önemde bir ekonomik hamle gerçekleştirmiştir. O güne kadar köle emeği esas olarak ya toplumsal ekonomiye pek bir faydası olmayan yapı faaliyetlerinde ya da hâkim sınıfın zevk ve bakım ihtiyacında değerlendirilmişti. Yunanistan’la birlikte köle emeği, yoğun bir şekilde madenlerde, tarımda ve atölyelerde kullanılmaya başlanmıştı. Yunanistan bu ekonomik gelişme sayesinde hem profesyonel ordular kurulabilmiş hem de bilim adamlarının, sanatçı ve eğitmen-filozofların geçimini sağlayabilecek bir zemin sunabilmişti.
Önemli bir başka nedense, Yunan kent devletlerinin toplumsal ve siyasi örgütlenmesiydi. Deniz ulaşımı ve ticaretiyle birbirine bağlanmış birçok bağımsız kent devletlerinin varlığı, bunların birbiriyle kıyasıya rekabetine neden olmaktaydı. Ortadoğu devletlerinin çöküşüyle antik Mısır ve Mezopotamya’da şekillenen bilimsel, felsefi ve kültürel birikim, bu sayede Yunanistan’a aktarılmıştı. Cebeli Tarık Boğazı’ndan Hindistan’a kadar uzanan geniş coğrafyada yürütülen deniz ticaretinin birleşmesi, deneyim ve tecrübelerin hızla aktarılmasını, buluşların bir anda yaygınlaşmasını, özgür yurttaşların siyasi mücadelelerini ve bölgede yapılan bilimsel faaliyetlerin hızla yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Kent devletlerinin siyasi yapısını belirleyen “demokratik” yapılar, yükselen sınıfların, ki bunlar çoğunlukla denizaşırı tüccarlardı, toprak baronlarına karşı yürüttükleri mücadeleleri kolaylaştırmış ve başarılarını kalıcılaştırmıştı.

6. Antikçağ felsefesinin düşüşü
Atina’nın bir felsefe yuvası olmasını sağlayacak koşullar, Solon döneminde hazırlanmıştı, ama bu esas olarak Perikles (MÖ 5. yy.)’in yarattığı özgür ortamda başarılmıştı. Protagoras ve Anaxagoras da bu dönemde etkin olmuşlardı. Sokrates’in yükselişi de bu döneme rastlar. Ancak Batı Anadolu’nun sunduğu özgür araştırma ve düşün ortamı belli bir süre sonra yok olmuştu. Protagoras kısa bir süre sonra Atina’yı terk edecek, Perikles’in yakın dostu Anaxagoras ise ateistlikle suçlanarak kentten kovulacaktı. Hatta tutucu Sokrates bile dinsizlikle suçlanacak ve ölüme mahkûm edilecekti.
Atina, Platon’un da etkin olduğu 5. ve 4. yüzyılda, Sparta gibi çöküş sürecini yaşayan bir devletle savaşıyordu. ‘Peloponnez Savaşı’ olarak nitelendirilen bu savaşta her iki taraf da felakete sürüklenmişti. Bu dönemde Atina ilericiliğin, Sparta ise gericiliğin merkezi konumundaydı. Platon, Atina’nın içinde bulunduğu krizi aşmak için öne sürdüğü siyasi görüşleriyle gerici görüşlere destek olsa da gene de o felsefi öğretisiyle nesnel akılcılığın ve diyalektik bakış açısının gelişmesini sağlamıştır.
Aynı şekilde Aristoteles de bilim, sanat ve siyaset alanına ilişkin öne sürdüğü nesnel- rasyonel tezleriyle felsefenin gelişimine önemli katkıda bulunmuştu. Nitekim çürümüşlük içindeki Yunan diyarı, önce Makedonyalı Filip’in, sonra da Büyük İskender’in ayakları altında ezilecektir. Böylece felsefenin baba ocağı sayılan Atina da tarihin derinliklerine gömülecektir.
Ama antikçağ felsefesi, maddeye ilişkin öğretisiyle felsefe tarihini derinden etkilemişti.[62] Antikçağın atom teorisi, felsefede soyutlama yeteneğinin zirvesini oluşturmaktaydı. Bu aynı zamanda materyalizmin ve ateist düşüncenin de zirvesiydi. 16. yüzyılın klasik mekaniği ve sonradan bilim dünyasını kökten değiştirecek olan modern fizik ve ardından Aydınlanma felsefesi, 19. yüzyılında tarihsel materyalist akımının doğuşunu müjdeleyecektir.[63]
Materyalist felsefenin gelişimine Roma’nın da büyük katkıları olmuştu. Özellikle atom öğretisini savunan Lukretius, “Evrenin Doğası” başlıklı eseriyle hem çağdaşlarını hem de 16-18.  yüzyıllarda bütün azametiyle görülecek olan materyalist felsefenin yönünü belirlemişti. Lukretius eserinde, ahlaki yozlaşmanın yanı sıra Tanrı fikrini, hurafeleri ve batıl inançları da sorgular. Manzum şiir biçiminde kaleme alınmış olan bu şaheser, antikçağın en güçlü ateist metinlerinin başında gelir.[64]

IV. Dünyalılaşan Felsefe
1. İslam uygarlığı ve Aydınlanma
Antikçağın kapanışının ve Roma’nın dağılışından sonra yükselişe geçen feodal devletler içinde en hızlı ve en etkin gelişme gösteren devlet, Hz. Muhammed’in önderliğinde ve İslam bayrağı altın kurulan İslam İmparatorluğu’ydu. İslam Devleti, sadece Arap Yarımadası’ndaki Arap kavimlerini birleştirmekle kalmadı aynı zamanda kısa bir süre içinde Hindistan’dan Cebeli Tarık Boğazı’na kadar uzanan geniş bir coğrafyada, İslam dininin bayrağı altında büyük bir uygarlık da kuracaktı. [65]
Araplar 1. yüzyıldan itibaren tarih boyunca, Kuzey Arabistan’da, Suriye ve Irak’ta, önemli devletler (Gassaniler, Hireliler, Kindeliler) kurmuşlardı.[66] Müslüman Araplar, üzerinde yaşadıkları toprakların geçmişte uygarlıklara ev sahipliği yaptıklarını biliyorlardı. Özellikle da Mısır ve Asurlulardan kültürel olarak etkilenmişlerdi.[67]
Hz. Muhammed, “Allah’ın birliği ve Müslümanların kardeşliği” çağrısıyla, birleşme ve uygarlaşma sancıları çeken Arap kavimlerini bir devlet altında birleştirmeyi başararak, Arapların üzerinde birleşebilecekleri ideolojik bir zemin de sunmuştu.[68]

2. Çürüyen Bizans
6. yüzyılda Bizans’ın Romalı kültürü, artık duraksama dönemine girmişti. Bizans hükümdarı II. Theodosius tarihte yıkım ve barbarlığıyla biliniyordu. Ünlü İskenderiye kütüphanesi, Batı’nın iddia ettiği gibi Halife Ömer’in değil, daha 391 yılında Piskopos Theoplilius’un buyruğuyla yakılmıştı. Aziz Krill de onların izinden giderek 410 yılında ünlü kadın matematikçi Hypatia’yı İskenderiye’de öldürtmüştü. Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerine eski Yunan kültürünü yaymakla ünlü Edessa (Urfa) Akademisi, İsaurterli Zeno’nun emriyle kapatılmıştı. Justinius ise selefleri gibi, hem Atina’nın Platon Akademisini hem de İskenderiye Akademisini kapatmıştı.
Hıristiyanlığın gücü, Batıda yaşayan kavimleri birleştiremiyordu. Hıristiyanlığın resmi devlet görüşünden farklı yorumlara sahip Hıristiyan mezheplerinin (Yakubiler ve Nesturîler) Bizans topraklarında barınması, 5. yüzyıldan itibaren olanaksız hale gelmişti. Kovuşturma ve katliamlar, Nesturîlerin ve Yakubilerin, Bizans’tan İran’a göç etmelerine neden olmuştu. İskenderiye’de, Atina’da ve Konstantinapol’de yaşayan binlerce Hıristiyan, Bizans’tan kaçarak ezeli rakibi İran’a sığınmıştı.

3. Arap uygarlığın doğuşu

Araplar yeni bir uygarlık yaratmanın dinamizmiyle, Çin’den Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir coğrafyayı inanılmaz bir hızla fethetmiş ve denetim altına almışlardı.
Arapların, böylesi kısa bir süre içinde etkili olmalarının en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz, bölge halklarının İslam dinini, Roma ve Bizans zulmünden kurtuluşun bir aracı olarak görmeleriydi.[69] Muhammed, daha baştan itibaren tek tanrılı dinlerin, yani Museviliğin ve Hıristiyanlığın mirasçısı olduğunu vurgulamış ve bölgede birkaç bin yıldır süzülerek olgunlaşan, bütün kavimler tarafından kabul görmüş siyasi ve ahlaki değerleri benimsemiş, herkese, sosyal statü, renk ve kavim farkı gözetmeksizin “eşitlik” ve “özgürlük” vaat etmişti.[70]
Tarihte her uygarlık, kendisinden önceki uygarlıkların kültürel mirasını edinebilmek için yoğun bir çeviri faaliyeti içine girmekteydi.[71]
Şehzade Halid b. Yezid, Süryanice, Yunanca, Aramca ve diğer bölge dillerinden çeviriler yapmaya başlamıştı. İskenderiye’den tıp, kimya, astroloji ve felsefeye ilişkin tomarlarca kitap taşınmış ve bunlar Arapçaya çevrilerek, Arap aydınlarının hizmetine sunulmuştu.
İmparatorluğun merkezinin Şam’dan  Bağdat’a taşınması, Bizans ve Helen kültürüyle yoğrulmuş Arapların ufkunu bu kez de başka bir yöne, İran, Hint ve Orta Asya’ya çevirmişti. Mevcut kültür, kadim İran, Hint ve Çin’in birikimiyle birleşerek zenginleşmişti. Bağdat, antik Yunanistan’ın bilimsel-felsefi mirasını özümsemekle kalmadı, aynı zamanda onu Asya’nın birikimiyle de buluşturarak dünyalılaştırdı.
Halife Harun Reşit, İmparatorluğun sınırları içinde yaşayan âlimleri ve kütüphane köşelerinde duran yazılı eserleri toplamak için bin bir seferberlik başlatmıştı. Hatta kimi tarihçiler, Harun Reşit’in sırf kitap toplamak için Bizans’a karşı askeri seferler düzenlediğini bile ileri sürmekteydiler.[72] Huneyn bin İshak, Kalinos’un nabız ile ilgili bir kitabını elde edebilmek için Irak, Suriye, Şam, Filistin ve Mısır’ı dolaştığını, nihayet kitabın bir nüshasını Şam’da bulduğunu anlatmaktadır.[73] Tarihçilerin bildirdiğine göre Moğollar, 12. yüzyılda Bağdat’a girdiklerinde on binlerce cilt kitap barındıran yirmi kütüphaneyle karşılaşmışlardı.
Ünlü bilim tarihçisi J. Bernal’in üzerine basarak belirttiği gibi Doğu Uygarlığının en önemli özelliği, tarihten gelen halk-aydın karşıtlığını 754-861 yılları döneminde kısmen aşmaya çalışması ve geniş halk kesimini bilimsel ve felsefi etkinliğe dahil etmesidir.[74]
O günün kültürel iklimini anlamak bakımından aktarılan aşağıdaki örnek çok önemlidir. İspanya’dan Bağdat’a giden bir din adamı orada yaşadıklarını, yakınlarına şöyle anlatmaktadır:
İki kez toplantılara katıldım, ama üçüncüsüne gitmeye çekindim. Neden derseniz? Düşünün bir kez, ilk toplantıda koyu (Ortodoks) Müslümanların ve ana ilkelerden farklı düşünen (Heteredoks) Müslümanların yanı sıra, ateşe tapanlar, materyalistler, ateistler, Yahudi ve Hıristiyanlar, kısacası, her çeşit dinsiz vardı.
Her mezhebin özgün görüşlerini savunan bir konuşmacısı bulunuyordu ve bunlardan birinin önderi, kapıdan içeriye girdiğinde herkes saygıyla ayağa kalkıyor ve mezhebin başı, yerine oturmadan kimse yerinden kımıldamıyordu. Salon neredeyse tıka basa dolmuşken dinsizlerden biri söz aldı ve şöyle konuştu: ‘Bilimsel konularda tartışmak amacıyla toplanmış bulunuyoruz, herkes önkoşulumuzu biliyor. Siz Müslümanlar, kendi din kitabınızdan alınmış ya da peygamberinize dayanan sözlere başvurarak, bize karşı kanıtlar getirmeye kalkışamazsınız, çünkü biz ne söz konusu kitabınıza ne de peygamberinize inanıyoruz; buradaki herkes yalnızca insanın akıl ve mantığında temellendirilebilen nedenlere dayanabilir’ dedi. Bu sözler, genel olarak alkışla karşılandı. Bu ve benzeri sözleri duyduktan sonra böyle toplantılara neden katılmak istemediğimi artık siz de anlarsınız. Başka bir toplantıya gitmeye beni ikna ettiler; dayanamadım gittim, gene aynı skandalla karşılaştım.”[75]

4. El-Me’mun ve Mutezile Devrimi

Mutezile mezhebinden olan  el-Me’mun, büyük Arap devriminde, ikinci bir devrim gerçekleştirerek 827 yılında, Mutezile mezhebini devlet dini haline getirmişti. Kimi tarihçilere göre bu adımla el-Me’mun, çeşitli mezheplere bölünmüş olan Müslümanları ortak çatı altında birleştirmeyi amaçlıyordu.[76]
Akıl, birey, insan iradesi ve ölüm düşüncesi ekseninde oluşan bu felsefenin kökeni, İskenderiyeli filozof Plotin’e kadar gitmekteydi. Bu düşünce, bir yandan bireyin sınırsız ahlaksal sorumluluğunu vurguluyor, yani özden yoksun dinsel ritüellerin yüzeyselliğini eleştiriyor, diğer yandan da “evrenin bilimsel akılla keşfedilebileceğini” öne sürüyordu. Bu çerçevede Mutezile, hem “evrenin sonsuz” olduğunu hem de “Kuran’ın da yaratıldığını ve mutlak olmadığını” ileri sürüyordu. Mutezileye göre “özgür olamayan insan etkinliği haramdı”.  “Tanrının yüceliği, doğanın her alanında keşfedilmeliydi, bu nedenle de bilimsel etkinlikten korkulmamalıydı”.[77] Ayrıca bu cüretkâr düşüncenin sınırı, “büyük adamın küçük günahı” şeklinde başlayan başka bir ahlaksal tartışmayla, “Muhammed’in de günahkâr olabileceği” savına kadar da götürülmüştü.[78]
“Bağımsızlaşan” anlamına gelen Mutezile, 10. ve 11. yüzyılda çok sayıda bilim adamını ve filozofu etkisi altına almıştı. Ebul’l-Huzeyl, İbrahim Nazzam, Hayyat, Cahiz, Ebu’l Maari, Fahreddin Razi, Seyid Şerif Cürcani, Sadüddin Taftazani, İbn Sina ve Nasirüddin Tusi, bunların sadece birkaçıdır. Daha sonra bu akım Endülüs’te İbn Bacce ve İbn Rüşd üzerinden Batı’yı da etkisi altına alacaktı. Batı’nın 12. ve 13. yüzyıllarında yaşayan R. Bacon, Thomas Aquin gibi ünlü ilahiyatçı ve bilim adamlarını en çok etkileyen de bu İslami akım olmuştu.

5. İslam Felsefesinde Materyalist İzler

Ünlü tıp alimi el-Razi (865-925) 10. yüzyılda, maddenin doğasına ilişkin görüşleriyle Demokrit’e, Empedokles ve Anaxagoras’a yakın bir konum edinmişti. O, hareketin maddeden bağımsız olmadığını söylüyordu; evren birbirine eşit olan beş ilkeye dayanmaktaydı. Bunlar, yaradan, evrensel ruh, ezeli maddi, mutlak uzam ve mutlak zamandı. O, Tanrıyı, diğer ilkelerle eşit derecede görmesinden dolayı saldırıya uğramakta ve dinsizlikle suçlanmaktaydı.
Astronomi, felsefe, edebiyat ve matematik konularında ünlü bir uzman olan Ömer Hayyam (1040-1123) kaleme aldığı rubaileriyle dini ve Tanrıyı hicvediyordu. Rubailerinde dini hurafeleri yerden yere vuran Hayyam, ruhun ölümsüzlüğünün, öbür dünyanın ve kıyamet günün uydurma olduğunu söylüyordu. “Aklına geleni söyleyen” Hayyam, materyalist ve ateist düşünceleri korkusuzca dile getiriyordu. Ancak o, görüşleri nedeniyle kovuşturmaya uğramış ve bir süreliğine yurdunu terk etmek zorunda bırakılmıştı. Zorunlu hac ziyaretinden sonra yurduna geri döndüğünde artık siyasi ve felsefi konularda konuşamaz olmuştu.
İbn-i Sina (980-1037) yüzyıllar boyunca, hem “Felsefenin Şahı” hem de “Hekimlerin Prensi” olarak anıldı. Yazdığı felsefi eserlerde o, “doğa olaylarına ilişkin araştırmalarda mantığa, deneyime ve duyumsamaya önem vermeyi” öğütlüyordu. Ona göre, “deneyle kazanılan bilgi ile gözlem arasında kopmaz bir bağ” vardı. “Bilimsel araştırma ancak teori ile pratiğin akıllı bir tarzda birleştirildiğinde gerçek anlamda ürünler verebilirdi.” O, Aristoteles’in bilimsel-materyalist bakış açısının izinden giderek, dünyanın ezelden beri var olduğunu ve yapısının da maddeden meydana geldiğini belirtiyordu:
Hiçbir soyut cisim maddenin varlığını içeremez; madde kendi biçimsel formunu daha baştan içermektedir ve cisim kendisini bu biçim ve maddeden meydana getirir.”[79]
İbn-i Sina’ya göre maddenin doğasında hareket vardır; o bir potansiyel (olasılık) olarak maddede bulunur ve sonraki bir süreçte de ortaya çıkabilir. “Hareket, maddenin konumu hakkındaki tasavvurumuzdur;  o konumunu değiştirirken, aynı zamanda kendi içindeki eğilimi de açığa vurur. O (hareket) maddenin bağrında sürekli bulunan ve bir itkiye ihtiyacı olmadan potansiyelin eyleme geçme halidir.[80]
Ona göre duyumsama yoluyla edinilmiş bilgiler olmadan kesin bilgiye sahip olmak mümkün değildir. Zihin, duyumsama yoluyla edinilmiş bilgileri mantık yoluyla yeniden kurarak gerçek bilgiye sahip olabilir. İbn-i Sina’nın bilgi teorisi, hem duyumsamacıydı hem de rasyonalistti.
12. yüzyılın başından itibaren duraksama dönemine giren İslam Uygarlığı, felsefi ve bilimsel alanda da tutuculaşmıştı. Ancak Endülüs’te bilim ve felsefe ateşi hala sönmemişti. İbn Rüşd, (1126-1198) eleştirel ve materyalist görüşlerini Avrupa’nın derinliklerine kadar yayma olanağı bulmuştu. Gazali düşüncesine karşı etkin bir mücadele yürüten Rüşd, döneminde Aristo uzmanı olarak bilinirdi. Rönesans’la birlikte yükselişe geçen Batı felsefesinin temsilcilerinin ilk keşfettikleri filozof, İbn Rüşd olmuştu. O görüşlerinden dolayı aforoz edilmiş ve ancak ölümünden kısa bir süre önce baba yurdu olan Kordoba’ya gelebilmişti.
Rüşd’e göre maddi dünyanın ne başı ne de sonu vardı. Tanrı düşüncesini reddetmeyen Rüşd gene de hiçbir şeyin yoktan var edilemeyeceğini ileri sürerek, Tanrıyla doğayı özdeş kılıyordu. Ona göre “madde ancak hareketle birlikte var olabilirdi”. Dolayısıyla da “hareket ancak madde varsa olabilirdi”. Ezeli madde olarak adlandırdığı “töz ise, ne var edilebilir ne de yok edilebilirdi”. “Yoktan hiçbir şey var olamayacağı gibi varlık da mutlak olarak yok edilemezdi” ama her şey hareket üzerinden bir başka şeye dönüşmekteydi.[81]
10. yüzyıldan itibaren Sünni İslam’ın yeniden iktidara gelmesinden sonra 8. ve 9. yüzyıllardaki özgür tartışma ortamı ortadan kalkmıştı. Birçok aydın dinsizlikle suçlanarak ya hapse atılmış ya da öldürülmüştü ve tabii ki bunlara ait eserler de yok edilmişti. Bir kısmı ise yurtdışına kaçarak hayatını zor kurtarabilmişti. Hallacı Mansur’un idamı, Nesimi’nin derisinin yüzülmesi, Al Maari’nin, Az Razi’nin, Hayyam’ın İbn Rüşd’ün dinsizlikle suçlanarak kovuşturmaya uğraması, İbn Sina’nın görüşlerini açıklamaması için baskı görmesi, İslam Uygarlığının çöküşe doğru yol aldığının önemli göstergelerindendi.
Ibn Sinaların, İbn Rüşdlerin ve Ömer Hayyamların susturulduğu coğrafyanın artık bir uygarlık merkezi olması mümkün değildi. Bilim ve felsefenin kökü kurutulmuş ve sadece birbirinin kopyası olan ve Kur’an’ın tekrarından başka bir şey olmayan kelama izin verilmekteydi.
Birkaç yüz içinde uygarlık birikimi İspanya, Sicilya ve Anadolu üzerinden peyderpey Batı’ya aktarılmaya başlanmıştı. Batı, Rönesans’la birlikte ve özellikle de 16. yüzyıldan itibaren özgün buluşlar yaparak ve bilimsel hamlelerde bulunarak, Doğu uygarlığını katbekat aşmayı başarmıştı.

V. Yeni Çağın Yükselişi
1. Felsefenin Rönesansı
Rönesans döneminde uyanan, Katolik Kilisesi’nin baskı, sömürü ve zulmüne ve hem onun ideolojik dayanağı olan hem de birçok nedenle onun tahakkümü altında bulunan yerel prenslere karşı mücadele yürüten yerel halklar en büyük ideolojik ve siyasi desteklerini bilim ve sanat çevresinde görmüşlerdi. Bu halkların devrimci ayaklanmaları başta Çekoslovakya, Belçika, Fransa, Almanya, İngiltere, Hollanda, İsviçre olmak üzere Avrupa’nı daha başka birçok coğrafyasında Rönesans önemli toplumsal ve siyasi başarılar kazanmışlardı.
Bilimsel ve teknolojik icatlar, felsefi ve kültürel gelişeler, coğrafi keşifler, ticaretim ve üretim artan hızı, Avrupa’nın en ücra kesiminde bile olağanüstü bir siyasi uyanışa, ve toplumsal canlanmaya neden olmuştu.
Hem bu sürecin harekete geçirdiği hem de bu sürece buluşlarıyla, keşifleriyle ve icatlarıyla esin kaynağı olan bilim çevresi, Katolik Kilisesi’nin bir yıllık ideolojik tahakkümünü orasından burasında kırmaya ve parçalamaya başlamıştı.
Bunun ilk çıkışları henüz 13. yüzyılda görülmekle birlikte, esas olarak büyük bir devrimci uyanışa ve bilince neden Kopernik’in dünya ve evren modeli, sonradan Kepler, Leonarda, Bruno ve Galilei ile devam emişti.[82] Bilim çevresinin maddeyi dayanak noktası alan, maddenin insan üzerindeki duyusal etkiyi ve onunla birlikte bilgiye ulaşmanın temel yöntemi olarak gördüğü deney ve araştırma yöntemleri, sanki hazırda duran ve adeta birinin örtüyü kaldırmasını bekleyen bilimsel buluşlar ardı ardına sökün etmişti.
Evreni, dünyayı ve toplumsal hayatı düzenlediği ve belirlediği ileri sürülen yüce Tanrının varlığı bilimsel buluşlarla, teknolojik keşif ve deneylerden hareketle temellendirilen materyalist  düşünce, doğrudan olmasa bile felsefi alanda yüzlerce yıl sonra ateizmin yeniden önce bilim ve sanat çevresinde sonra ise dalga dalga toplum içinde yaygınlaşmasına neden olmuştu.
Bu bilimsel, felsefi ve toplumsal iklimin gelişim sürecinde önemli roller oynayan düşün adamları kimi zaman birbirinden bağımsız, kimi zaman da birbirinin öğretisinden destek alarak, hayatları pahasına da olsa önemli çıkışlar yapmışlardı. Bunların başında ise kuşkusuz Rönesans’ın ünlü sanatçısı, demokrat aydını, doğa bilimcisi ve felsefenin üstadı Leonardo da Vinci (1452-1519) gelmekteydi.
Yaşamında sanat ve bilimi bu derece ustaca birleştiren bir başka aydın yok gibidir. Leonardo’nun felsefi ve siyasi açıklamaları, feodalizme karşı mücadele yürüten devrimci sınıfların siyasi programlarını yansıtır.
Leonardo, yazı ve konuşmalarında  “ateşin bütün yalanları, softaların ileri sürdüğü bütün safsataları, tıpkı ışığın karanlığı kovması gibi” yakacağını vurguluyordu.[83] Ona göre “öbür dünyadan veya gaipten haber verenler, ahmaklıklarını ortaya koymaktan başka bir şey yapmıyorlardı.”[84]... “Cinler ve Perilerle konuştuklarını iddia edenlerse, dilleri olmadan konuşabildiklerini iddia eden dilsizler kadar gülünçtüler.”[85]
Feodal-dini ideolojiye karşı etkin bir tutum alan Leonardo, Katolik papazlarını hokkabazlıkla suçluyordu. Onların mutlak bilgiye sahip olduklarına dair iddialarını ise gülünç bulmaktaydı. O, hicvi kullanarak onların “Tanrının ışığıyla bütün sırlara vakıf olduklarını” söylüyordu. Papaz ve keşişlerden nefret ediyor ve onların “cennette yer satarak insanları sömürdüklerini” ifşa ediyordu.[86]
Dünyanın evrenin merkezi olduğuna dair görüşleri ise kesin olarak reddediyordu. Ona göre, “dünya ne güneş sisteminin ne de evrenin” merkeziydi. Dünya, diğer gezegenler ve ay gibi sıradan bir taş yığınıydı. O, doğa olaylarına materyalistçe yaklaşıyor ve doğadaki her olayın kaynağında zorunlu bir nedenselliğin bulunduğunu ilan ediyordu: “Zorunluluk yasası, doğayı eğitmekte ve düzenlemektedir. Zorunluluk doğanın temel ilkesidir, onun yaratıcısıdır, yönetenidir ve ebedi yasasıdır.” Leonardo da tıpkı Heraklit, Demokrit, Epikür ve Lukretius gibi doğanın duyu organlarımız üzerinde etkide bulunduğunu ve doğayla ilgili bilgiye da ancak bu yolla ulaşabildiğimizi belirtiyordu.[87]
Gene ondan kısa bir süre sonra İtalya’da bir başka güçlü ses daha yükseliyordu: Giordano  Bruno (1548-1600). O, tarihte özgür düşüncenin simgesi olarak bilinir. Onun felsefi düşünceye ve özellikle de materyalizme ve ateist düşünceye yaptığı anlamlı katkıysa pek dikkate alınmaz.
O, sadece Rönesans döneminin büyük bir düşünürü değil, aynı zamanda “düşünceyi bilimsel bulgularla birleştiren ve böylece toplumları devrimcileştiren yeni materyalist akımın en etkin filozofuydu da.”[88] O, dini görüşlerinin temelden sarsılmasından dolayı felsefi olarak ateizmin eşiğine dayanmıştı[89] ve ortaya attığı düşüncelerden dolayı 1600 yılında, henüz 52 yaşındayken Roma’da diri diri yakılmıştı. İdam fermanı okunduğunda yargıçlara, “ölüm fermanı okunan benim, fakat korkuyla titreyense sizsiniz”  diye haykırmıştı.[90]

2. Aydınlanma çağı ve ateist düşünce
17. yüzyılda Fransic Bacon (1561-1626)’la başlayan ve ardından Thomas Hobbes (1588-1679), Peter Gassendi (1592-1679), Jacop Böhm (1575-1624), Rene Descartes (1596-1650)  ve Benedikt Spinoza (1632-1677)’nun öğretisiyle devam eden materyalist yükseliş, aynı zamanda siyasi olarak ateizmin de yükselişi oldu. Aydınlanma çağı ile doruğuna ulaşan bu yükselişin bir sonraki ara durakları ise Holbach (1723-1789), Helvetius (1715-1771)  ve Feuerbach (1804-1872) olmuştu. Bu filozoflar ya doğrudan ateist olduklarını ilan etmişlerdi ya da deis kalmışlar, ama ateizmin gelişmesine büyük katkıda bulunan aydınlanma faaliyetinde bulunmuşlardı.[91]
En sonunda din ve ateizm konusu, Marx ve Engels’in yaratıcı praxis felsefesi içinde gerçek açıklığına kavuşmuştu.

3. Materyalizmin devrimci rolü
Tarihte öne çıkan büyük materyalist ve ateistlerin derin bir hümanizme sahip olmaları, toplumları ilerleten bilimsel ve düşünsel pratiklerin içinde bulunmaları bir tesadüf değildi. Materyalist düşünce, kentlerde yaşayan, bilim, ticaret ve siyaset teorisiyle uğraşan kesimlerin arasından çıkmıştı. Bunlar çoğunlukla ticaretle uğraşan, yabancı diyarları dolaşmaktan dolayı fikri ve görgüsü artan, doğayı ve bilimi merak eden, üretimde yer almaları nedeniyle de yeni üretim araçlarının ve ilişkilerinin gelişmesini önemseyen insanlardı. Nesnel konumları nedeniyle, bunlar tarihte hep kurulu düzenle, devlet ve toplumsal otoritelerle ve onların dini öğretileriyle karşı karşıya gelmişlerdi.[92] Onların önemli bir kısmı bu uğurda yaşamlarını yitirmekle kalmadı, aynı zamanda ortaya koydukları materyalist ve ateist görüşleri tarihten silinircesine yok edilmeye çalışılmıştı.
Bu şaşırtıcı değildir; çünkü ateistler tarihin önemli dönemeçlerinde hep bilimsel ve toplumsal gelişmeden yana olmuşlar ve ayrıca ezilenle birlikte zalimlerin karşısında yer almışlardır. Yükselen sınıfların çıkarlarını savunmak, eskiyen dogmalara, kurum ve yöntemlere karşı çıkmak, doğayı ve toplumları bilimsel gelişmeler ışığında yeniden ve yeniden keşfetmek, ancak başı dik ve bilim aşkıyla donanmış, maddenin tekliğine, varlığına ve yüceliğine inanmış cesur insanlarla mümkündü. Yükselen, değişimden ve gelişmeden yana olan sınıfların, ortaya çıktıkları ilk anlardan itibaren materyalist felsefeye yönelmeleri bir tesadüf olamazdı; bu hayatın bir zorunluluğuydu.
Materyalist ve ateist filozofların yaptıkları teknolojik buluşlar, açıkladıkları bilimsel olgular ve ileri sürdükleri mantıklı açıklamalar, tarihte hep olumlu rol oynamış ve felsefi ve ideolojik açıdan ateizmi güçlendirmiştir.
Sanıldığı gibi din ve Tanrı, salt insan düşüncesinden kaynaklanan bir olgu değildir. Bunlar insanın üretim sürecinde, toplumsal pratiğinde önemli bir roller oynamışlardı ve insanoğlunun düşünsel sıçramalarının da tarihsel ifadesi olmuşlardı.
Ayrıca din ve Tanrı olgusuna karşı yürütülen tarihsel mücadelesinin etkisi, halkların devrimci çıkışlarına denk gelen dönemlerde çok etkili olmaktadır.[93] Devrimci kalkışmalar bir bakıma halkların laikleşmesinin en önemli araçlarıdır. Ancak bugün de sıklıkla görüldüğü gibi din ve Tanrı olgusunun gerici etkisine karşı yürütülen aydınlanma faaliyeti, salt broşürlerle, yazı ve açıklamalarla yapılacak bir şey olamaz. Neredeyse insanlığın tarihiyle özdeş olan din ve Tanrı fikri zihinlerden, siyasal mücadelelerle olduğu kadar, özellikle uzun süreli kültürel ve aydınlanma çabasıyla sökülüp atılabilir. Din ve Tanrı fikrinin tümden yok olması, özgür, her açıdan gelişmiş, baskıdan ve sömürüden tamamen kurtulmuş, ama doğanın zorunluluklarından da önemli oranda bağımsızlaşmış bir toplumun kurulmasıyla mümkündür.




[1] Karen Armstrong, Tanrının Tarihi, Çev. O. Özel, H. Koyukan, K. Emiroğlu,  Ayraç Yay., Ankara, 2008, s. 11
[2] Michael Buckley’den akt., Gavin Hyman, Ateizmin Kısa Tarihi, Kırmızı Kedi Yay., Çev. , İstanbul, 2010, s. 21.
[3] Aynı yerde, s. 20.
[4] Jan N. Bremmer, Atheism in Antiquity, in Michael Martin, The Chambridge Companion to Atheism, Chambridge Un. Press, 2006, s. 11.
[5] G. Hyman, Age., s. 24.
[6] Platon, Nomoi X, 899b, Insel Verlag, Frankfurt, 1991. Tanrıtanımazlığın izini süren Georges Minois„ “Platon’a kadar ateist olmanın en kötü ihtimalle yanlış yola sapmak ve dolayısıyla devlet düşmanı olmakla bir anlama geldiğini”, ancak o andan itibaren “ateist olmanın sadece körlüğün değil, aynı zamanda ve özellikle de düşmanca bir niyetin, adi bir inancın ifadesi da olduğunu” belirtmekteydi. “Bundan böyle ateizm toplumsal ve siyasal yaşam için bir tehlikeydi de.” Georges Minois, Geschichte des Atheismus, Böhlaus Nachfolger, Weimar, 2000, s. 49.
[7] Herman Ley, Geschichte der Aufklaerung und des Atheismus, Bd. I, Akademie Verlag, Berlin, 1966, s. 39.
[8] Akt., R. Faber, S. Lanwerd (Hg.), Atheismus: Ideologie, Philosophie oder Mentalitaet, K+N Ver., Würzburg, 2006, s. 32.
[9] Herman Ley, Age. s. 39
[10] Herman Ley,  aynı yerde.
[11] Toprağın üç parçalı işlenmesi, ekilecek toprakların üçte birinin bir hasat için işlenmesi, üçte bir bölümünün nadasa bırakılması, son kalan bölümün ise bir yıl içinde ikinci ürün için boş bırakılması anlamına gelir. Bu yöntem, toprağın en verimli kullanılabildiği yöntemlerin başında gelir.
[12] F. Oppenheimer, Devlet, Kaynak Yayınları, (çev. A. Şenel, Y. Sabuncu), İstanbul, 1984, s. 40, 75, 76 vd.
[13] Devletin kuruluşundan kısa bir süre önceki dönemde dini ideolojinin sömürü düzenine etkisi konusunda bkz. Oppenheimer, Age, s.96.
[14] G. Thomson, Die ersten Philosophen, Berlin, 1961, s.275.
[15] H. Ley, Geschichte des Atheismus, s. 33.
[16] Herakles’ten aktaran, Fragman 91. = Plutarch, Vom “E” Delpischen Tempel, 392 B.
[17] Demokrit’ten aktaran Aristoteles, Metaphysik, 1, 4. 985b, 4 vd.
[18] Demokrit’ten aktaran, Stobaios 3, 1, 210.
[19] Demokrit’ten aktaran, Stobaios 3, 40, 42.
[20] Mısır edebiyatındaki materyalist ve ateist görüşler için bkz. Erick Hornung, Kadim Mısır Edebiyatı, Philipp Reclam Ver., Stuttgart, 1996, s. 153 vd.
[21] Didorus ve Plutarchos’da Mısır’ın Yunan düşüncesi üzerine etkisi için bkz., Sadık Usta, Platon’dan Jambulos’a Antikçağ Ütopyaları, Kaynak Yay., İstanbul, 2005, Sunuş bölümü.
[22] Thales’in ve diğer antikça filozoflarının her şeyin ateşten geldiğine dair görüşlerini Mısır’dan aldığına dair bkz.  Geschichte der Philosophie, Bd. I, s. 67.
[23] H. Ley, Geschichte des Atheismus und Aufkaelerung, s. 22.
[24] Age. Aynı yerde.
[25] Chrestomathie, Aus Werken Hervorragende Denker vor Marx und Engels, Bd. I, s. 8 vd. Bu metinler, yakında dört cilt halinde Yordam Kitap’ta yayımlanacak “Dünyayı Değiştiren Düşünürler” başlığıklı eserde yer alacaktır.
[26] Aynı yerde.
[27] K. Mylius, Geschichte der Literatur im Alten Indien, Flipp Reclam Ver., Leipzig, 1983, s. 80 .
[28] Age. K. Mylius, Geschichte..., s.79.
[29] S. Radhakrishnan, The principal Upanishads, London, 1925, Brhadaranyaka-Upanishad, Şiir 5, 1, 1, s. 292.
[30] Aynı eserde, Mahabharata, XII, 229, s. 458.
[31] Akt., S. Radhakrishnan, The principal Upanishads, Brhadaranyaka-Upanishad, Madhava Acharya, London, 1925, s. 117.
[32] H. Ley, Geschichte des Atheismus, s. 104.
[33] Uddalaka’nın metinlerine ilişkin bkz., Chrestomathie, Aus Werken Hervorragende Denker vor Marx und Engels, Bd. I, s. 18 vd.
[34] Uddalaka Chrestomathie, s. 19.
[35] Aynı yerde, s. 20.
[36] Aynı yerde, s. 21.
[37] Peter J. Opitz, Praekonfuzianische Ordnungsspekulation, Chinesisches Altertum und konfuzianische Klassik, List Ver., München, 1968,  s. 17 vd.
[38] “Da-Tong” kavramı, Çinlilerde “gökyüzü altındaki büyük uyum”u ifade eder ve bu düş Çin’de istisnasız bütün siyaset ve düşün erbabını etkilemiştir. Sun Yat-sen de sık sık “Da-tong” kavramına göndermede bulunur, Bkz. Sun Yat-sen, Halkçılık Üzerine, Haz. Sadık Usta, Kaynak Yay., İstanbul, 2011. Çin’de önemli bir devlet ve düşün adamı olan K'ang Yu-wei’nin, 19. yüzyılın sonlarında tasarladığı ütopyanın başlığı da “Ta T'ung Shu” (Büyük Topluluğun Kitabı )’dur.
[39] Gao Heng, Das von Konfuzius verteidigte Sklavenhalter-System der Westlichen Dschou-Dynastie, Fremdsp. Lit., Peking, 1975, s. 21/22.
[40] W. Bauer, China und die Hoffnung auf Glück, Dtv, München, 1974, s. 34, 35 vd.
[41] Mo Ti, Solidaritaet und Allgemeine Menschenliebe, Diederichs Ver., Düsseldorf, 1975, s. 27/27.
[42] Lao Tse, Tao, Tao-te-king, Knaurs Ver., München, 1994, s. 108.
[43] Eser Türkçeye Terazide Tartılan Açıklamalar olarak çevrilebilir.
[44] Akt. Joseph Needham, Wissenschaft und Zivilisation in China Bd. 1, Suhrkamp, Frankfurt, 1984, s. 265.
[45] Wang Chung, Lun Heng, Çev. Alfred Forke, Luzac+Co, Leipzig, 1907, s. 125.
[46] Akt. Joseph Needham, s. 266.
[47] Wang Chung, Lun Heng, s. 69
[48] J. Needham, s. 267.
[49] Aynı yerde, s. 269.
[50] Wang Chung, Lun Heng, s. 349.
[51] J. Needham, s. 271.
[52] Akt., H. Diels, Fragmente der Vorsokratiker, Berlin, 1922, Clem. Strom, B 15.
[53] Heraklit’le ilgili bilgiler için bkz., Chrestomathie, s. 50 vd.
[54] Heraklit, Akt. Aristoteles, Eudemische Ethik, VII, 1. 1235a 25 = 22 A 22.
[55] Fragmanlardan Akt., H. Diels, Vorsokratiker, Aet. I 25, 4 (D. 321).
[56] Platon yazılarında Demokrit’in görüşlerini içeren eserlerini, Tanrısızlığı yaydığı için yakıp yok etmek istediğini belirtmiştir. Bkz., Diogenes Laertius, Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri, Çev. Candan Şentuna, YKY, İstanbul, 2002, s. 436.
[57] H. Diels, Sext. IX 24.
[58] Aynı yerde, Sext. Adv. Math. IX 19.
[59] Aynı yerde, H. Diels, Eus. P.E. XIV 3,7.
[60] Ayrıca eşitlikçi düşünceleri için bkz. Sadık Usta, Platon’dan Jambulos’a Antiağ Ütopyaları, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, sunuş bölümü ve s. 101 vd.
[61] Karl Marx, F. Engels, Die Deutsche Ideologie, Kritik der neuesten deutschen Philosophie, Dietz Verlag, Berlin, 1953, s. 138.
[62] H. Korch, Die Materieauffasung, Dietz Ver., Berlin, 1980, s. 22.
[63] Aynı eser, s. 25 vd.
[64] Lukreitus, Evrenin Yapısı, Çev. Tomris-Turgut Uyar, Hürriyet Yay., İstanbul 1977.
[65] Stephan F. Mason, Geschichte der Naturwissenschaft, Stuttgart, 1961, s. 115.
[66] N. Çağatay, İslam Öncesi Arap Tarihi, İlah.Fak.Yay., Ankara, 1982, s. 61 vd.
[67] W. Bartholt, İslam Medeniyeti Tarihi, Diy. İş. Baş.Yay., Ankara, 1984, s. 3-19.
[68] Geschichte der Philosophie, Bd. I, Berlin, 1961, s. 204-205.
[69] H. Ley, Geschichte der Aufklaerung und Atheismus, Cilt 2/1, VEB Verl, Berlin, 1971, s. 153.
[70] M. Demirci, Beyt’ül Hikme, İnsan Yay., İstanbul, 1999, s. 17.
[71] W.M.Watt, Der Einfluss d. Islams auf d. europ. Mittellalter, s.17; R.Garaudy, Sosyalizm ve İslamiyet, Yön Yay., İstanbul, 1965, 2. baskı, s.11 vd.; A. Bebel, Age. s. 34 vd.; M. Rodinson, Muhammed, Özne Yay., İstanbul, 1998, s.108 vd.; Gesch. des Sozialismus Bd.1, Ullstein Ver., Frankfurt, 1974, s.53 vd.

[72] Z. Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, Ülken Yay., İstanbul, 1997, s. 135.
[73] M. Demirci, Age., s. 47.
[74] M. Demirci, Age., s. 57.
[75] J. D. Bernal, Geschichte der Wissenschaft Bd.1, Rowohlt Ver., Hamburg, 1978, s. 252
[76] M. Demirci, Age, s. 50.
[77] Philip K. Hitti, Arap Tarihinin Mimarları, Risale Yay., İstanbul, 1995, s.118.
[78] T. J. de Boer, Gesichte der Philosophie im Islam, Frommanns Ver., Stuttgart, 1901, s. 42 vd.

[79] İbn-i Sina, Daneş Name, akt. Geschichte der Philosophie, Bd. I, s. 222/23
[80] Age. S. 223.
[81] Akt. Geschichte der Philosophie, Bd. I, Berlin, 1960, s. 212 vd.
[82] Sadık Usta, Rönesans ve Aydınlanma’nın Halkçı Kökeni, Bilim ve Ütopya, Sayı, 216, 2012, s. 10 vd. Ayrıca bu konuda yapılmış bir çalışma Şubat 2013’te Yordam Kitap’ta “Dünyayı Değiştiren Düşünürler –Materyalizmin ve Diyalektiğin Felsefi Kökeni” başlığıyla yayımlanacaktır.
[83] Leonardo da Vinci, Der Denker, Forscher und Poet, Auszüge, aktaran Chrestomathie, Aus Werken hervorragender Denker vor Marx und Engels, Bd. I, SED Publikationsabteilung, Berlin, 1983, s. 181.
[84] Age, Chrestomathie s. 185.
[85] Geschichte der Philosophie, Bd. I, s. 277.
[86] Age, s. 279.
[87] Geschichte der Philosophie, s. 277.
[88] F. Engels, Dialektik der Natur, K. Marx, F. Engels, Seçme Yazılar, Bd. II, Dietz Ver., Berlin 1976, s. 53.
[89]Geschichte der Philosophie, Cilt. 1. Akademie Ver., Berlin, 1960, s. 299.
[90] Geschichte der Philosophie, s. 300.
[91] Bunun için özellikle bkz., Voltaire, Abbe Beichtkind-Cartesianer-Philosophisches Wörterbuch, Röderberg Ver., Frankfurt, 1985; Ludwig Feuerbach, Geschichte der neueren Philosophie von Bacon bis Spinoza, Philipp Reclam Ver., Leipzig, 1990; G. V. Plehanov, Materyalizm Üzerine Üç Deneme, d’Holbach, Helvetius, Marx, Kaynak Yay., Çev. Mehmet Dündar, İstanbul, 1987.
[92] F. Jürss, R. Müller, E. G. Schmidt, Die Atomisten, Philipp Reclam Ver. Leipzig, 1983, s. 16.
[93] Sadık Usta, Rönesans ve Aydınlanma’nın Halkçı Kökeni, Bilim ve Ütopya, Sayı, 216., s. 10 vd.