Ateizmin Toplumsal ve Felsefi Kökeni
İnsan neden inanır? Ya da insanoğlu
neden bir Tanrıya sığınır?
İnancın anlamı nedir ve Tanrı neden
vardır? Tanrıya inan ne zaman yoğunlaşır ne zaman yok olur? İnsan neden
Tanrılara kafa tutar, hatta kafa tutmanın da ötesine geçerek, inançsızlığa ve ateizme
yönelir?
Tanrı fikri nereden çıktı?
Sonradan söyleyeceğimizi baştan
söyleyelim: İnsanoğlu hayvanlar aleminden, Tanrı fikrini keşfederek kurtuldu. Daha doğrusu insanoğlu, Tanrıyı yaratarak
insanlaştı. Tanrı fikri bir bakıma, insanın insan olmasının en güçlü ifadesidir.
Çünkü Tanrı fikri, insanoğlunun zihinsel yaratıcılığının en uç, en sanatsal ve
en düşsel tasarımlarından biridir. İnsanoğlu Tanrı fikriyle, sadece sırrına
eremediği doğa olaylarına yönelik korkularını ve endişelerini denetim altına
almadı, aynı zamanda bilme merakını ve zihinsel yeteneklerini de dizginsizce
salıverdi. Tanrısal vahyin ve inanç kanonunun sara nöbetlerinde veya zikir
anlarında ortaya çıkmasının bir nedeni de bu olmalıdır.
Tanrı fikri insanın soyutlama
yeteneğinde, kültürel ve sanatsal etkinliğinde bir zirvedir. Her yeni Tanrı
yaratımı bir bakıma insanoğlunun, spekülatif düşüncesinin doruğudur. Bu olay,
Kopernik’in evren tasarımı kadar radikaldir ve bir o kadar da devrimcidir. Tanrının
keşfi, insanoğlunun düşsel açıdan kendisini aşmasıdır. Hayvan-insan zıtlığının en
uç kutbudur. Tanrı düşüncesi, insanoğlunun bugüne kadar yaptığı en büyük spekülatif
keşiftir.
Karen Armstrong’un da belirttiği gibi
insanoğlu, “homo sapiens” olduğu andan itibaren önce “homo religiosus”tur.
Kanımızca da Tanrı fikri, sadece “zavallı” insanın keşfettiği “bir teselli
ocağı” değildir; ya da bu fikir, sadece bir düzen ve ahlaksal norm ihtiyacından
değil, aynı zamanda insanoğlunun kendisini var etme ve örnek alacağı ideal bir
kimlik ihtiyacından da kaynaklandı. Bu fikir insanlık tarihinde, tekerleğin keşfinden,
enerjinin sakınım yasasının bulunuşundan daha radikaldir. Çünkü insanlaşan insanoğlu,
bir bakıma Tanrıyı yaratarak kendisinin de ne olmasına karar verdi. Tanrı
fikri, insanoğlunun varmak istediği menzilin ufuk ötesidir.
Çok uç bir fikirle belirtelim: Eğer
insanoğlu, Tanrı düşüncesine ermeseydi bugün hala kuzenlerimiz olan maymunlarla
halvet edecektik. Eğer insanoğlunun insanlaşması, determinist bir zorunluluk
olsaydı, ama bugünkü Tanrı fikrini yaratmasaydı, iddia ediyoruz ki insan gene
de bir başka Tanrı fikrine başvuracaktı. Tanrı fikri düşünsel portföyümüzde alternatifsizdir,
onun bir başka eşi ve benzeri yoktur. İstisnasız her kavmin, her uygarlaşan insan
topluluğunun kendine has bir Tanrı yaratması boşuna değildir. Tanrıyı
keşfetmeden uygarlaşan bir hayvan türü olamazdı. Sınıfları olmayan, geleneksel
aile ve devletleri olmayan kavimler bulunmuştur, ama antropologlar Tanrısız bir
kavmi hala keşfedilememişlerdir.
İnsanın insanlaşması sadece
DNA’larımızın ya da evrimin bir icadı değildir,
en başta bu, zihinsel gelişimimizdeki sıçramaların ve dolayısıyla Tanrı
fikrinin bulunuşunun bir sonucudur.
Sanırız toplumlarda ideal bir kimlik
ihtiyacı var olduğu sürece de Tanrı fikri yok olmayacaktır. En fazlası, eski
Tanrı gidecek, onun yerine bir başka Tanrı gelecektir. Bu süreç, ancak
insanoğlunun olağanüstü (bunun bile tam nasıl olacağını bilmiyoruz) geliştiği ve
bizim de bugünden öngöremeyeceğimiz bir özgürlükler ve aşkınlıklar dünyasında
son bulacaktır.
Kavram olarak ateizme ilk kez İngiltere’de,
16. yüzyılda yaşayan Sir John Cheke’nin Plutarchos’a ait “Batıl İnançlar
Üzerine’ başlıklı eserini çevirirken rastlandığı saptanıyor.
Antikçağda Tanrılara dair tartışmalar
vardı; onlara atfedilen olaylara ve mucizelere ilişkin itirazlar yükseliyordu,
hatta kimi zaman bazı Tanrılar reddediliyordu da, ancak modern anlamda, dünyanın
deneyüstü bir alemden tamamen bağımsız olduğu düşüncesi henüz yoktu. Bu nedenle
de o dönemde gerçek anlamda bir ateizmden bahsetmek olanaklı değildir.
Olan, ya sadece entelektüel açıdan inançsızlığını dile getirmeye cesaret eden
bazı aykırı düşünürlerin varlığıydı, ya da muhalif aydınların kafirlikle
suçlanmasıydı.
Tanrı fikri hep vardı da Tanrısızlık
fikri ne zaman doğmuş olabilir? Bu düşüncenin kökeni, uygarlık tarihinin ilk
dönemlerine kadar götürebilir. Ateizm kavramının gerçek anlamda ilk kez Fransa’nın
büyük aydınlanmacısı Denis Diderot tarafından kullanıldığı ve hatta onun açıktan
“ateist olduğunu” söylediği de belirtilir.
Tanrı fikri ve bununla bağlantılı din olgusu Fransa’da, Ansiklopedistler ve Kuzey
Avrupa’nın Aydınlanma filozofları tarafından sorgulanmıştı. Onlar bunu yaparken
tabii ki felsefe tarihinin birkaç bin yıllık düşünsel mirasına yaslanıyorlardı.
Onların öncülleri Mezopotamya’da, Mısır’da, kadim Indus’ta, Çin’de, Anadolu’nun
Batı yakasında, Yunanistan’da ve Roma’daydı. Ateist görüşler, birkaç bin yıl
önce Leukippos, Demokrit, Me Ti, Lao Tse, Wang Chung, Brihaspati, Uddalaka,
Epikür ve özellikle de Lukretius tarafndan ortaya konmuştu. Ancak onlar Tanrı
kavramını, doğrudan felsefi açıdan değil de, bir başka açıdan, yani günlük yaşamın somut ihtiyacından
hareketle sorguluyorlardı.
İnsanlık tarihinde Tanrı fikri ne kadar
radikal bir sıçramaysa, ateist düşünce de ona yakın bir radikalliği ifade eder
ve bunun toplumsal köklerine uzanmak, bir bakıma felsefenin ortaya çıktığı ilk
çağlara kadar gitmek demektir. Kavramlar dünyasıyla ifade edersek, bir kavramı
yaratmak ne kadar büyük bir devrimcilikse, onu yok etmek de en az onun kadar bir
yaratıcılık gerektirir. Yaratmakla yok etmek neredeyse birbirine eşittir.
Aslında eşittir de çünkü yaratamayan yok edemez, yok edemeyen de yaratamaz. Bu
gerçek, diyalektiğin, kavramlar dünyasına oynadığı bir oyundur. Bazen söylenir
ya “yıkıcılar yaratamaz” diye. Doğru değildir bu. Her yıkıcı aynı zamanda en
büyük yaratıcıdır da. Ya da tersi de doğrudur.
İncelendiğinde görülecektir ki ateizm,
hep toplumların aydınlanmasıyla ve bilimsel atılımlarla yükselişe geçmiş.
Aydınlanmanın ve bilimsel atılımın köreldiği zamanlardaysa bu onun pırıltısı yeniden
donuklaşmıştır. Bu nedenle tarihte aydınlanma ile bilimsel atılım, aydınlanma
ile ateizm, ateizm ile bilimsel atılım arasında sımsıkı bir ilişki vardır. Tarihsel
süreçler incelendiğinde görülecektir ki ateizm, kitlesel ve toplumsal başkaldırıların
yaşandığı dönemlerde özellikle yükselişe geçmektedir. Toplumsal baskının
arttığı, “havanın kurşun gibi ağır” olduğu dönemlerde ateizm ve aydınlanma
çabası hep yer altına inmek zorunda kalmış. Baskı ve sömürüye isyan eden
kitleler, mevcut iktidarlara karşı ayaklanırken aynı zamanda onların dini
ideolojilerini de sorgulamışlardır. Bu nedenle isyanlar dönemi aynı zamanda
laikleşme ve aydınlanma dönemleridir de. Ya da isyanlar dönemi, yeni bir Tanrının
icat edildiği dönemlerdir. Tabii ki eğer bütün ulvi amaçlara bir yücelik ve
tanrısallık atfedersek.
Bu makalede ateizmin tarihi, materyalizmin
ve aydınlanmanın tarihiyle birlikte ele alınacaktır. Çünkü bu süreçleri
birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nitekim tarihte ortaya çıkmış büyük bilim adamlarının
hem büyük aydınlanmacılar hem de büyük dinsizler, zındıklar, kafirler ve
Allahsızlar olduklarına tanık oluruz.
İnsanlık tarihinde yeni bir Tanrı fikrine
sarılmak ne kadar devrimciyse, eski Tanrı fikrine sarılmak da bir o kadar
çürümenin ifadesidir. Birincisinde Tanrı fikri insanın düşsel yeteneklerini
kanatlandırırken, iradesini ateşlerken, düşüşte ise özellikle de toplumsal
krizlerin yoğunlaştığı dönemlerde, çürümeyi hızlandıran bir faktöre
dönüşmektedir. İnsanoğlu ilk çağlarda, Tanrıyı keşfederek toplum olurken, bugün
akıl tutulmasıyla toplumunu dağıtmaktadır.
Yunanca bir kelime olan ateizm (ἄθεος=átheos) tanrısız anlamında
kullanılırdı. İlk başlarda sadece bir sıfat olarak icat edilen bu terim,
sonradan bir suçlamaya dönüşmüştür.
Dünya ve evreni, herhangi bir yüce varlığa
dayandırmadan, onu kendi içinden anlatan ve açıklayan bütün dünya görüşlerine genel
anlamda materyalizm veya ateizm denmektedir. Ancak tarihte bu kavram, mevcut
bir kurallar dizgesinden ayrılarak, farklı bir yaşam tarzı ve inanca sahip olma
anlamına da gelmekteydi. Nitekim hakim sınıflar bu kavramı, hasımlarını karalamak
ve cezalandırmak için kullanmışlardı. Bunun acımasız örnekleri her dinde ve
coğrafyada ziyadesiyle mevcuttur.
Ateizme dair güçlü çıkışları, eğer
yazılı metinleri veri olarak kabul edersek, ilk kez Anadolu’nun Batı yakasında
ortaya çıkan Doğa Felsefesi’nde (Thales, Anaximenes ve Anaximander) görürüz. Geçmişte
ve özellikle de 17. yüzyıla kadarki tarihsel süreçte filozoflar, kendilerini
açıktan ateist (tanrıtanımaz) olarak nitelendirmemişlerdi. Filozoflar mevcut
dinin kurallarını, mitolojik efsanelerini ve Tanrısal buyruklarını sorguluyorlardı,
ama bunu bir başka gücü, ruhu ve varlığı kanıtlamak için yapıyorlardı. Ama onların
bu öğretileri ateistlikle itham edilmekteydi.
> Platon “Yasalar”da ateistlikle
suçladığı hasımlarına verip veriştirmektedir.
> Kyreneli Synedios (MÖ 249-129)
ülkesindeki devlet dinine karşı çıkarken, dünyada birçok halkın ateist olduğunu
ileri sürmektedir.
> Romalı düşünür Cicero (MÖ 106-43),
dini akımları birbiriyle kıyaslamak için kaleme aldığı “De Natura Deorum”da
ateizme kapı aralamıştı.
>Antikçağın birçok yazar ve düşünürü
farklı inançtaki kavimleri (Yahudileri) dinsizlikle suçluyorlardı.
>İlk Hıristiyanların inançları da pagan
kavimlerce ateistlikle suçlanmıştı.
Demek ki ateist düşünce ve bilinç, mevcut
iktidarın ideolojisi olan kuralların ve alışkanlıkların reddedilmesi olarak
ortaya çıkmıştı.
4. Felsefenin ayak izinde
Ateizmin izini sürebilmek için önce
felsefenin ortaya çıkması gerekirdi. Nitekim felsefe, temelinde büyünün bulunduğu çok erken çağlarda
filizlenmeye başlamıştı. İnsanoğlu, başlarda ne canlı varlıkların yapısına ve
işlevine dair herhangi bir bilgiye sahipti ne de doğa olaylarının nasıl ve
nereden kaynaklandığının hikmetine erebilmişti.
İlkel insan çevresiyle hem maddi hem de
düşünsel açıdan özdeşti. Dünyaya dair düş gücü henüz zayıftı ve sadece insanı
çevreleyen doğanın ufkuyla sınırlıydı. O hem içinde yaşadığı çevresinin hem de dünya
ve evrenin ortak tanrısal bir düzenin kopmaz bir parçası olarak görüyordu. O
nasıl ki koşuyor, avlanıyor, nefes alıyor ve yaşıyorsa, canlı ve cansız
nesnelerden oluşan çevresi de yaşıyor ve nefes alıyordu. İlk insan, doğa
karşısındaki çaresizliğinin verdiği bir hırsla, hem mükemmele erişmeyi
arzuluyordu hem de doğaya büyü
yoluyla etkide bulunarak, geleceğini tasarlıyordu. Ona göre her nesnenin,
üzerinde etkide bulunulabilecek bir ruhu vardı.
Bilinci gelişmiş insanın öyküsü, onun
yırtıcı hayvanlar gibi avlandığı erken bir zamanda, yani günümüzden 500 bin yıl
önce başlamıştı. Bu dönem aynı zamanda insanoğlunun vahşet dönemiydi. Çok uzun
bir aradan sonra, insanoğlu önce alet yaratmış, ardından da kısmen yerleşik düzene
geçerek toplayıcılığa başlamıştı. Barbarlık dönemi olarak adlandırılan bu
sürecin kökleri ise 10 bin yıl öncesine kadar gitmekteydi.
Bu dönemde insanoğlu sürüden topluluğa sıçramış,
avlanmada ustalaşmış, korunma ve barınmayı öğrenerek, yaşam alanına kavuşmuştu.
Böylece ruh ve beden de birbirinden ayrışmaya başlamıştı. Düşünce hâlâ ilkeldi;
ancak ruh ve beden arasında ve dolayısıyla madde ile ruh arasında bir çatışmanın
olduğu varsayılmaya başlanmıştı. Bu varsayıma göre ruh, maddenin içinde yer
almakla birlikte ondan bağımsızdı. Ruh bedeni, onun ölümüyle terk edebilir ve
başka bir bedende boy verebilirdi. O görülemeyen, hissedilemeyen bir varlıktan
ibaretti. İnsan düşüncesi henüz düalizmden uzaktı, ancak Tanrı fikrinin temel
taşları da döşenmekteydi.
Belli bir gelişmişlik aşamasında insanoğlu
duyularının, rüyalarının, düşünce ve tasavvurlarının kendi bedenin dışında, yani
bedeninden özerk ama ona hükmeden; ölümüyle bedenini terk edebilen ve hatta ilahi
bir varlıktan kaynaklanan başka bir varlığın olduğu düşüncesine yönelmeye
başlamıştı. İnsanoğluna göre fikir, akıl, rüya, bilgi ve tasarım yetisi,
maddeden (bedenden) bağımsızdı; bunlar yüce bir varlıktan gelmekteydi. Bu hem onun
bir parçasıydı hem de ona hükmetmekteydi. İşte bu Tanrının da keşfiydi.
Gördüğümüz, duyumsadığımız ve etkisini
fark ettiğimiz her maddi varlığın bir nesnelliği vardı; ancak insanoğlu gizemine
akıl erdiremediği, gücü ve etkisine hayran kaldığı nesneler dünyasına tapınıyor
ve onun karşısında secdeye duruyordu. Hem ideal olarak örnek aldığı hem de denetim
altına alamadığı yüce güçler, kim bilir belki yakar, yıkar ve hatta yok
edebilirdi. Bu güç ondan katbekat büyüktü, alt edilemezdi; ancak öfkesi, onu
örnek alarak, yani ona secdeye durarak yatıştırılabilirdi.
Kendine yabancılaşmanın doruğu olan bu
düşünce, aynı zamanda Tanrı fikrinin de temeliydi. İlkel insan ateş, güneş, ay
ve rüzgârı ancak ilahlaştırarak kavrayabiliyordu. Dolayısıyla ilkel insanın zihinsel dünyasını
belirleyen bu dönem, aynı zamanda mitolojik çağın da başlangıcını
oluşturuyordu. Bu düşünce, sanıldığı gibi zihinsel bir zaaf değil, aksine
düşüncede devrimci bir sıçramanın ve dolayısıyla toplumsal açıdan devrimci bir atılımın
ifadesiydi. İnsanoğlu bu yolla, hem doğaya yabancılaşıyordu hem de ondan bağımsızlaşarak,
özgürleşerek kendi varlığının bilincine varıyordu.
Maddi üretiminin ilerleyen sürecinde insanoğlu,
doğada olup bitenleri günbegün, anbean izledikçe, olayların ve fenomenlerin
birbirini neredeyse tıpa tıp takip ettiğini gördükçe, bazı olguların hep aynı ritimde
tekrar ettiğini keşfettikçe, en önemlisi de bizzat kendi pratiğiyle çevresini,
doğasını ve zihnini işleyip dönüştürdükçe tüm bunların tesadüflere bağlı
olmayan, kökeninde belli bir nedensellik bulunan bir olgudan (töz, hareket vs.)
kaynaklandığını anlamaya başlamıştı.
Düşüncede somuttan soyuta, algıdan
mantığa sıçrayış, kendiliğinden olan, yani aklın veya zihnin zorlanmasıyla gerçekleşen
bir şey değildi; bu bizzat insanoğlunun günlük yaşamıyla, yaşam pratiğiyle,
deneyim ve becerisiyle kazandığı bir vasıftı. Duyudan düşünceye, algısal
olandan mantıksal olana, tikelden çoklu olana, kısacası algısal bilgiden
mantıksal bilgiye ulaşan insanoğlu, edindiği yeni ve nitelikli bilgilerle dünyasını
daha derinden kavramaya başlamıştı. Bu bilgi ona, basit olandan karmaşık olana,
yüzeysel olandan gözle görülmeyen ve daha derinlerde yatan nedenselliklere
doğru ilerlemesini ve böylece doğaya hakim olmasını sağlıyordu. Bizzat insan
emeğinin, üretim pratiğinin ve yaşam mücadelesinin bir eseri olan bu gelişme,
birden bire değil, evrimsel bir süreç içinde anbean olmaktaydı ki, insanoğlu bu
sayede hayvanlar âleminden uzaklaşarak “insanlaşıyordu”.
İnsanlaşan, yani hem gizemli olayların
ve doğa olaylarının sırrına eren hem de Tanrıyı örnek alarak doğa karşısındaki
çaresizliğini aşan insanoğlu, olguların mantıksallığını keşfetmeye başlamıştı. Bu
gelişme, insan zihninin bir ürünü olmakla birlikte sadece ondan
kaynaklanmıyordu; fakat bizzat maddi hayatın bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu.
Ama insanoğlu, bu dünyaya ait olanlarla öbür dünyaya ait olanlar arasında bir
fark yaratarak, sadece kendi bilincinde bir yarılmaya neden olmuyor, aynı
zamanda toplumsalın ideolojisini de yaratıyordu.
Toplumsallaşmak demek bir bakıma,
kurala, norma, düzene, disipline, ahlaka ve dolayısıyla iyiliğe, yani erdeme,
kardeşliğe sahip ve ait olmaktı; ve tabii ki, bu kuralların yarattığı toplumsala
teslim olmaktı. Böylece hem toplum farklılaşıyordu hem de insanoğlu zihinsel
bir yabancılaşmaya uğruyordu. Bu hem zihinsel bir sıçramaydı hem de ruhsal bir travma.
İnsanoğlu zihindeki bu yarılma
sayesinde, sadece somut toplumsal yaşamını düzenlemiyor, aynı zamanda zihinsel
fantezilerle süslenmiş geleceğini de tasarlıyordu. Bu aynı zamanda mükemmel
olanın ve ütopyanın da keşfiydi.
İnsanoğlu toplumsallaşarak bireysellikten
vazgeçiyordu, ama kendi geleceğini ve yeniden üretimini de güvence altına alıyordu.
“Gök katmanlar” ve “öbür dünyalar”, insanoğlunun hâlâ doğaya bağımlılığının, ondan
kopamamasının ve dolayısıyla “tam insan” olamamasının bir ifadesiydi. Onun
zekasının bir ürünü olan ilahi ruhlar, güçler ve yaratıklar hem onun doğa
karşısındaki çaresizliğinin dışavurumuydu hem de yaratıcılığının zirvesi. Aynı
şekilde Tanrı fikrinin, bilinmezciliğin ve dinsel inancın tarihsel kökeni de bu
imgelerde şekilleniyordu.
Tarihsel veriler, Tanrı düşüncesinin
insanoğlunun belli bir gelişme evresinde ortaya çıktığını ortaya koymaktadır.
İlahi olanla nesnel olan, Tanrısal olanla doğal olan çatışmaya başladıkça,
sorgulamalar da alıp başını gitmişti. İnsanoğlunun zihnindeki tasarım ve
yaratıcılık ve dolayısıyla çatışma, tarihsel gelişmesinin başından itibaren mevcuttu;
çünkü “hayvanlar aleminden” ancak bu sayede uzaklaşabiliyordu.
Düşünce, maddi dünyanın zihindeki
izdüşümüydü. Maddi dünya, mutlak ve durağan değil, göreceli ve hareketliydi.
Dolayısıyla bilgi ve düşünce, ancak maddi dünyanın bağrında cereyan eden çatışmayla
birlikte ortaya çıkabilirdi; ya da düşünce, maddi dünyada ve dolayısıyla zihinde
çatışma olduğu için ortaya çıkmaktaydı.
Maddi dünyaya ait olan nesnel bilgi,
insan zihninden, daha doğrusu insan pratiğinden bağımsız olamazdı. Maddi pratiği
günden güne çeşitlenen, derinleşen ve hayatın birçok alanına birden etkide
bulunan insanoğlu, olaylar ve gelişmeler arasındaki ilişkiyi anlamaya ve
bunların birbiri üzerindeki etkisini kavramaya başlamıştı.
Avlanmak için bir odun parçası kullanan,
odun parçasını sivrilterek avına saplayan insanoğlu, evrimsel süreçte büyük bir
gelişme kaydediyordu; ancak birbirini bütünleyen iki farklı aleti üretmek veya tuzaklar
kurmak bir başka gelişmişlik düzeyine ulaşmış olmayı gerektirmekteydi. Örneğin bir
taş parçasını yontarak sivrilten, onu bir dalın ucuna takarak bir bağla
birleştiren insanoğlu, hemen yanı başında bulunmayan ve dolayısıyla “tanrıların
ona sunmadığı” ama bizzat kendisinin eseri olan yeni bir aleti, yani mızrağı
üretmekteydi; ya da aynı şekilde bir dal parçasını sivrilterek ok yapan,
ardından bir başka dal parçasını bükerek bir bağla geren ve sonra her iki aleti
birleştirerek mükemmel bir av aleti üreten insanoğlu, zihinsel gelişimiyle bir
anda bir başka çağa atlayıvermişti.
Bu zihinsel sıçramanın bir diğer göstergesi ise insanoğlunun
strateji geliştirerek tuzaklar kurmasıydı. Gerçi avlanırken her canlı konumuna
uygun stratejiler geliştirir; ancak insanoğlu strateji geliştirmeyi yaratıcı tuzaklarla
da birleştirerek, bir başka dünyaya ait olduğunu yüksek bir boyutta ortaya
koymaktaydı. Yeteneklerini geliştirirken o, sadece aleti üretmekle veya tuzağı
hazırlamakla kalmamış, aynı zamanda bütün bu süreçte hem çevresini (doğal
ortamı, nesneleri, iklim şartlarını, hayvanlar dünyasını) hem de kendisini keşfetmişti.
O, yonttuğu ağaç hakkında bilgi sahibi olmuştu, okun boyu, eni ve sivriliği
hakkında, yay için kullandığı ağacın niteliği ve germek için kullandığı
bağcığın özellikleri hakkında yeni bilgilere sahibi olmuştu. Bu arada aleti
kullanmak için gerilim gücünün etkisini, nişan almasını, hava ve rüzgârın
etkisini de hesaba katarak basit balistik hesaplamalar yapmasını da öğrenmişti.
Tuzaklar kurarken de avın hareket sahasını incelemiş, konum belirlemiş,
çevresini dönüşüme uğratarak, tuzağın fark edilmemesini başarmış ve böylece hem
doğayı hem de olağanüstü koku alma, görme ve duyma yeteneklerine sahip avını hileyle
aldatmıştı.
İnsanoğlu artık yerleşik hale gelmiş,
toplumsallaşmış, mantıklı düşünmeyi ve hayatı daha üst düzeyde organize
edebilmeyi başarmıştı. Peki o artık kendisini Tanrı yerine de koymaz mıydı? Ya
da Tanrının gücüne sahip olduğunu veya onu temsil ettiğini düşünmesi çok mu
yersiz olurdu?
Basit düzeyde de olsa üretim faaliyeti
içinde bulunan, avlanarak ve ürün toplayarak geçimini sağlayan insanoğlu, bu
yolla sadece içinde bulunduğu çevresini
ve dünyasını dönüştürmüyor, aynı zamanda kendisini de dönüştürüyordu.
Mızrak yapan insan sadece odun parçasını yontmuyor, aynı zamanda henüz işlenmemiş
bir “odun” olan kendisini de yontmaktaydı.
Maddeyi dönüştürerek kavrayan ve ona
ait bilgiyi özümseyen insanoğlu, aynı zamanda kendisini de dönüştürmüş ve varlığının
bilincine varmıştı. Bilgiye de başka türlü ulaşılamazdı. İnsanoğlunun zihninde
patlamalara neden olan nitelikli bilgi, aynı zamanda yüksek bir soyutlamanın
ifadesi olan kavramların üretilmesiyle oluyordu. İnsan zihni böylece, özelden
genele doğru genişleyen bir kavramlar dünyası yaratıyordu.
Ancak esas gelişme onun yerleşik hale
gelmesiyle, yani toprağı işlemesiyle, ihtiyaç duyduğu ürünleri
çeşitlendirmesiyle, doğa olaylarının sırrına birbiri peşi sıra varmasıyla,
yüksek derecede bir toplumsal örgütlenme gerçekleştirmesiyle, kısacası mükemmele
yakın üretim araçları geliştirmesiyle mümkün hale gelmişti. Bu arada aile
kurulmuş, işbölümü çeşitlenmiş, din bulunmuş, devlet de keşfedilmişti.
Bazı iddialara bakılırsa insanoğlu düşünmeye
başladığında ilk önce ilahi güçlere tapındı, sonra maddi dünyaya ait bilgilere
ulaştıkça bu düşüncelerden sıyrıldı. Bu, gerçeğin sadece bir kısmıdır. İnsan
zihninin ana maddesi, yani düşüncesinin gıdası bilgidir. Bilgi olmadan düşünce
de oluşmaz. Ancak, ne kadar ilkel olursa olsun insanoğlunun maddeden bağımsız soyut
bir bilgiye ulaşması ya da o bilgiyi zihninde yaratması, o günkü basit pratiği nedeniyle
mümkün değildi. İlkel insanın ilk düşüncesi, olabildiğince somuttu ve doğrudan
pratiğe yönelikti. İlahi güçlere tapınabilmek, madde ötesi varlıklar tasavvur edebilmek,
ancak soyutlama yeteneğinin ilerleyen aşamalarında mümkün hale gelmişti.
Doğru olan şudur: insanoğlunun bilgisi derinleştikçe
zihinsel yetenekleri artmış, bununla olguları daha derinlemesine kavrarken de doğaya
daha fazla müdahale edebilmiştir. Aklının ermediği doğa olaylarının
arkasındaysa, kendisinin dışında ama kendine benzeyen bir başka güç aramıştır.
Böylece insanoğlu, gelişmişliğinin belli bir aşamasında, kendi suretinin bir
benzeri olan Tanrıyı yaratmıştır.
Alet kullanarak becerisi artan,
becerisi arttıkça da düşünsel etkinliği artan insanoğlunun bilinci de buna
orantılı bir şekilde gelişmeye başlamıştı. O bu arada, pratik yarardan hareketle
karşılıklı yardımlaşmayı ve dayanışmayı da öğrenmişti. Karşılıklı anlatma ve
kavratma ihtiyacı daha soyut kavramların türetilmesini zorunlu kılıyordu.
Üretim pratiği temelinde biçimlenen dil, insan etkinliğinin çeşitlenmesiyle dallanıp
budaklanmış ve bu da insanoğlunun hayvanlar âleminden kopuşunu kesin hale
getirmişti. Sonra da insanoğlu, havasına, suyuna ve doğasına daha rahat uyum
sağlayacağı bölgelere taşınmış, yerleşim yerleri inşa etmiş ve orada kökleşerek
toplumlar kurmuştu.
Olayların ve gelişmelerin nedenselliği
üzerine kafa yoran, fenomenler arasındaki ilişkiye doğru yaklaşan düşünce tarzı,
sınıfsız toplumlardan önce de yaygın olarak görülmekteydi. Üretim faaliyetinde
ilerleme, temelinde büyücülük bulunan tıbbi müdahale, ev ve konut yapımı,
üretim aletlerinin ve silahların yapımı, belli bir düzeyde bilimsel ve mantıksal
düşünceyi zorunlu kılıyordu. Aksi takdirde kan bağına dayanan toplulukların ayakta
kalması mümkün olmazdı.
Toplumların kurulma aşamasına;
kentlerin kuruluşu, üretimin çeşitliliği, metallerin ve özellikle de demirin
bulunarak yaygın olarak kullanılışı, gübreleme ve toprağın daha derinden
işlenerek üç parçalı olarak işlenişi,
kafa ile kol emeğinin kesin olarak ayrılışı, bir kurum olarak dinin ortaya çıkışı,
toplumsal yaşama yön veren ahlaki norm ve ilkelerin sınıflı topluma göre
yeniden saptanışı, cinsiyete dayalı imtiyazların yerleşik hale gelişi, aile
hukukunu ve mülkiyet ilişkilerini düzenleyen yasaların yazılı hale getirilmesi,
toplumsal hiyerarşinin süreklilik kazanarak istikrara erişmesi ve en sonunda da
devletin kurulması eşlik etmişti.
Büyü de farklılaşmaya uğramış din, bilim,
felsefe, sanat ve siyaset gibi özerk düşünsel disiplinler ortaya çıkmıştı.
Dünyanın belli bazı bölgelerinde ve
özellikle de verimli topraklarda, yani Nil deltasında, kadim Mısır’da,
Mezopotamya’da, Indus Vadisi’nde ve Sarı Irmağın verimli bölgelerinde gelişmiş
toplumlar kurulmuştu. Buraları mesken
tutan gelişmiş toplulukların önce ortakçı örgütlenmeleri dağılmış ve sonra da kendi
içindeki keskin iş bölümü nedeniyle üretim ve örgütlenmede daha bir karmaşık yapıya
kavuşmuştu. Üretim teknolojisinin gelişmesiyle, önce düşünce ve bilim gelişmiş,
sonra da felsefe, sanat ve kültür özgün düşünsel yapılar olarak ortaya çıkmışlardı.
Böylece insanoğlu, dünyanın birliğine ve olayların anlaşılabilirliğine dair daha
mantıklı açıklamalar yapmaya başlamıştı.
Ancak düşünce, sonsuz sayıda bilgi
toplandıktan, sınıflandırıldıktan ve genelleştirildikten (kavramların
yaratılması) sonra hakim sınıfın hegemonya aracı olan dine karşı materyalist felsefeyi
yaratmıştı. Bu arada kentler sadece devlet erkânının değil, aynı zamanda bilim,
sanat ve felsefenin de merkezi olmuşlardı. Düşünsel ve maddi açıdan hem
sınıflardan bağımsız hem de onların bir parçası şeklinde ortaya çıkan aydın
tabaka ise, kafa emeğinin yoğunlaşmasını, bilimsel ve felsefi bilgilerin
toparlanması ve genelleştirilmesini sağlıyordu.
Toplumların gelişmesi ve sınıflara
bölünmesiyle birlikte mitolojik düşünce de temelden değişikliğe uğramıştı. Dizginlenemeyen
doğa güçlerini temsil eden tanrılar, aynı zamanda toplumsal nitelikler de kazanarak,
korkutmaya, öldürmeye ve zalimlikler yapmaya devam etmişlerdi. Bir zamanların
mızrakla avlanan, çapayla üretim yapan ve elinde kılıçla savaşan toplumun öncü
ve önderleri, kral ve prens sıfatıyla Tanrı katına yükseltilmiş ve kutsallık
kazanmışlardı. Onlar sadece toplumların ürettikleri artı değere zorla el
koymuyor, aynı zamanda sömürü düzenlerini dini ideolojiyle açıklayarak,
kendilerini dokunulmaz kılıyorlardı. Onların evren modeline göre dünyayı Tanrı
yaratmıştı; bütün canlılarla birlikte insan denen günahkâr mahluklarsa
kralların ve ruhban sınıfının inayetine teslim etmişti.
2. İdealizm ve materyalizm
Sınıfların ortaya çıkış sürecinde, devlet
olarak örgütlenememiş, ancak devlet erkine benzer toplumsal ve askeri kurumları
yöneten kesim (komutan, büyücü, demirci ustası, üretimin nasıl yapılacağını
bilen ve öğreten), geniş halk yığınlarını belli bir düzen ve hiyerarşi içinde tutmak
için sadece sahip olduğu toplumsal itibarını, askeri gücünü ve mesleki becerisini
kullanmakla kalmadı,
aynı zamanda geçmişten bu yana gelen bütün toplumsal gelenekleri, örf ve
adetleri ve özellikle de dini ideolojiyi tahakkümün bir aracı haline getirmişti.
Din ise bundan böyle sadece doğaüstü olayları açıklamakla kalmıyor, aynı
zamanda eşitsizliğin bir ifadesi olan toplumsal hiyerarşiyi ve bunun alt
yapısını oluşturan baskı düzenini de gerekçelendiriyordu.
İnsanın bir zamanlar kendisini,
toplumu, çevresini ve dünyayı anlamak için önünde secdeye kapandığı Tanrısı,
şimdi dünyevi otoritenin emrinde ve toplumsal gelişmeyi engelliyordu. Bir
zamanlar toplumun düzene sokulmasının, gelişmesinin ve ilerletilmesinin bir
aracı olan din, artık insanı köleleştirmenin bir aracına dönüştürülmüştü. Toplumları
geliştiren toplumsal önderler, komutanlar, olayların ve gelişmelerin
kavranmasını kolaylaştıran büyücüler ve sanatçılar, artık toplumsal gelişmenin değil,
toplumu köleleştirmenin özneleri olmuşlardı. İleri sürdükleri Tanrı kelamı ise,
bundan böyle gelişme ile çeliştiği için, ne toplumları ve tarihi gelişmeyi ne
de doğayı ve evreni açıklayabiliyordu.
Bazıları doğada olup bitenlerin ardında
ilahi bir gücün bulunduğunu ileri sürerek bu olayların nedenini esrarlı hale
getirirken, bir kısım filozofsa bu olayları yönlendirenin ilahi bir güç değil, fakat
maddenin değişim ve dönüşümünü sağlayan bir iç nedensellikten ve hareketten
kaynaklandığını belirtiyorlardı.
Hem evrensel hem de ebedi olan bu
çatışmayı Platon, biraz basitleştirilmiş olmakla birlikte şu sözlerle ifade
etmekteydi:
“Hakikat
üzerine yürütülen bu savaş, bir bakıma Tanrılar ile Titanların savaşı olarak
ortaya çıkmıştı. Bir taraf ilahi ve görünmez olan her şeyi gökten yere indirmiş
ve ancak ellediği her taş ve ağacın, yani duyumsanan ve ellenen şeylerin gerçek
olduğunu ve dolayısıyla da gerçek şeylerin sadece cismani olduğunu ileri
sürerken, aynı zamanda cismani olmayan şeylerin gerçek olduğunu ileri
sürenlerden de öylesine nefret etmektedirler ve ayrıca onlarla bir yerde
karşılaştıklarında da onlara hemen sırtlarını dönmektedirler... Onların gökteki
hasımlarıysa onlara zıt gelen şu görüşleri ileri sürmektedirler: esas olan gerçek
varlık, zihinsel olarak kavranandır. Onlar, karşı tarafın iddia ettiği hakikati,
akışkan ve hareket içinde olması nedeniyle henüz oluşmamış ve gerçekleşmemiş bir
şey olarak ifade ederek, onların cismani varlıklarını paramparça etmekteydiler.
İşte gördüğümüz gibi bu sorun üzerinde hâlâ şiddetli bir kavga sürmektedir.”
Basit bir şekilde ifade edersek tarihte
hep maddeden bağımsız ve ona dışarıdan hükmeden ilahi bir gücün (idea) olduğunu
iddia edenler idealistler, maddeden
başka bir gücün olmadığını ve varlığın salt maddeyle sınırlı olduğunu ileri
sürenlerse materyalistler olarak
adlandırılmışlardır.
İdealist felsefenin en önemli özelliği
evreni, doğayı ve toplumları ilahi bir gücün yaratımı olarak görmesidir. Buna
göre evren ve toplumlar sabit bir düzende varlık gösterirken, herkesin yeri de
bu düzende önceden belirlenmiştir. Filozofun görevi, insanlara konumlarını, toplumdaki
yerlerini, haklarını ve görevlerini açıklamak ve kabul ettirmektir. Bu düzeni
sorgulamak ya da buna karşı gelmek beyhude bir çaba olmanın dışında yasaktır,
günahtır ve Tanrıya karşı gelmektir. Nitekim felsefe, sapkın görüşün, düzen dışı
düşüncenin, araştırmanın, sorgulamanın hizmetine koşulamaz; ya da inancı
köreltmenin aracı olamazdı.
3. Materyalizmden ateizme
Materyalizm, insan merkezli, insanın
yaşamına dönük ve onun doğadaki varlığının hizmetinde olan felsefi bir akım
olarak ortaya çıkmıştı. Bu akıma göre öbür dünya, insanları korkutmak ve
denetim altına almak için üretilmiş bir kurguydu.
Madde ezelden beri vardı ve değişiminin nedeni de bu tözün kendi içindeki hareketiydi.
Canlılar doğar, yaşar ve ölürdü. Bütün hayat da bundan ibaretti.
Bu dünyanın dışında bir de öbür dünya yoktu ve insanoğlu, sadece içinde
yaşadığı dünyayı değil, aynı zamanda yaşadığı toplumu da anlamalı ve
dönüştürmeliydi. İçinde
yaşanılan toplumları yaşanılır kılmak ve bu uğurda çaba göstermek,
materyalistlerin daha başından itibaren temel uğraşlarının esasını oluşturmaktaydı.
İnsanoğlu, iddia edildiği gibi günahkâr ve yerde kıvranın bir sürüngen değildi,
doğanın en yüksek niteliklerle donattığı, olağanüstü yetenekli bir varlıktı.
Dünyayı bir bütün olarak kavrayan
materyalistler, öğretilerini ilk kez ortaya koyarken kimi naif ve fantastik düşünceler
ortaya atmışlardı. Sonradan ateist düşünceye dönüşecek olan materyalist
görüşlerin ilk tohumlarını Kadim Mısır’da ve Babil’de görüyoruz. Özellikle
Mısır edebiyatının önemli eserlerinden biri olan “Kendir sahibinin konuşması”nda
güçlü ateist düşünceler ifade ediliyor. Bu dünyayı öbür dünyayla kıyaslayan,
mal mülk hevesini eleştiren kendirci şöyle denmektedir: “Herkes Imhotep’in ve
Hordedef’in sözlerine kulak kabartıyor,
ama hani nerede onların kutsal
ocakları?
Hani duruyor mu duvarları yerli
yerinde; yıkılmış hepsi.
Sanki hiç yokmuşlar gibi.
Var mı oradan geri dönen, nasıl
olduğunu anlatacak biri?
Var mı orayı anlatan biri;
anlatsa da gönlümüz rahatlasa biz de
gidene kadar oraya?
İnsanların sıkıntısını öbür dünyadakilerin
duyması mümkün değil.
Var mı malını mülkünü birlikte götüren
oraya?
Giden geldi mi ki oradan? Bırak orayı
ve yaşa buradaki hayatını adam gibi.”
Bir tohum olarak toprağa düşen bu
düşünceler sonradan başta Antik Yunanistan olmak üzere birçok başka bölgede
etkisini devam etmişti. Hatta hem Plutarchos, hem de Diodorus Siculus, Yunanlı
filozofların öğretilerini oluşturmadan önce kadim Mısır’ı dolaştıklarını ve
Mısır bilgelerinden çok şey öğrendiklerinden bahsediyorlar.
Ayrıca Plutarchos, her şeyin kökeninin suda bulunduğuna dair görüşler ileri
süren Thales’in , bu görüşlerini Mısırlılardan aldıklarını da belirtiyordu.
İlk materyalistler dünyanın ve evrenin
açıklanmasına dair bugün hâlâ geçerli olan çok isabetli teoriler de geliştirmişlerdi.
Onlar maddenin sonsuzluğuna ve birliğine dair düşünceleriyle hem bilimsel
düşüncenin gelişmesine büyük bir katkıda bulunmuşlar ve böylece toplumları
aydınlatmışlardı hem de ateizmin felsefi zeminini hazırlamışlardı. Bugün hâlâ
doğruluğundan hiçbir şey kaybetmemiş olan maddenin çelişme yasasını, hareket ve
diyalektik öğretinin esaslarını sonraki yüzyıllar antikçağın büyük
filozoflarından öğrenmişti.
İnsan ilişkilerini, toplumsal düzeni ve
devlet kurumlarını sorgulayan materyalist filozof ve düşünürler, dini öğretilerle
güncel yaşam arasında yakın bir ilişki kuruyorlardı. Yer yüzünde ezilen ve
zulüm gören insanın konumuyla, öbür dünyanın öngördüğü acımasız cezalar
arasında paralellikler kuruluyordu. Aynı zamanda önemli bir aydınlanmacı olan Platon’un
amcası Kritias’a göre insanoğlunun düşünsel fantezisinin bir ürünü olan dinler,
yöneticilerin insanları yönetmek için kurguladıkları pratik bir araçtan başka
bir şey değildi.
Hatta ünlü Roma tarihçisi Plobios’a göre dinler devlet yönetiminde bilinçli
olarak kullanılan araçlardı.
İlk kez ilkel ve sezgisel olarak Mısır’da ve Mezopotamya’da ileri sürülen bu görüşlerin
benzerleri, sonradan Anadolu’nun batı kıyısında sistemleştirilmişti. Aynı
tarihlerde Çin’de ve Hindistan’da da buna benzer görüşlerin ortaya konduğuna
tanık oluyoruz.
III. Hint’ten Yunan’a Ateist Düşünce
Hint felsefesinin ilk temel metinleri
aynı zamanda kutsal metinler olarak kaleme alınmışlardı. Bunlar tarihsel
süreçlerin insan bilincine yansımasını ifade eden nadir eserlerdir. İnsanın
kendi bilincine varması, içinde yaşadığı doğaya, topluma ve toplumsal ilişkilere
yabancılaşması, soyutlamada sıçrama, kavramların üretilmesi birbiri ardı sıra
bu metinlerde dile gelir. Bunlar hem toplumun içinde bulunduğu üretim
ilişkilerini açıklar hem de bu ilişkilerin yarattığı düşünsel iklimin gelişimini
gösterir.
Vedalarının ortaya çıktığı dönem aynı
zamanda sınıfsal farklılaşmanın derinleştiği ve toplumun mitolojik çağdan dinler
çağına geçtiği ara döneme denk gelir.
Hint vedalarındaki cennet ve cehennem, ateş ve şimşek, arkadaşlık ve
yabancılık, dostluk ve düşmanlık, iyilik ve kötülük, inanç ve inançsızlık
kavramları, toplumsal farklılaşmayı ortaya koyarlar.
Hint felsefesinde önemli bir akım olan
materyalist düşünce, hem idealist düşünceyle birlikte hem de ona karşı mücadele
içinde gelişmiştir. Kutsal metinlerde her iki düşünce akımının izlerini görmek
mümkündür. Hint vedalarının hükmünü doldurduğu yüzyıllarda “Batıni öğretiler”
olarak ortaya çıkan Upanishadlar, materyalist öğretiye ait önemli bölümler
barındırıyorlardı. Upanishadlarda birçok görüşü yan yana okumak mümkündü.
Özellikle Brhadaranyak-Upanishad metinlerinde
materyalist düşüncelerin izleri çok belirgindir. Bu metinlere göre “her şey, Brahmanlar
ve Tanrılar bile varlığını suya borçludur”.
Bir başka materyalist akım olan
Svabhava-vada ise, “doğada tesadüflerin ve kaosun olmadığını, her şeyin doğasına
uygun bir şekilde meydana geldiğini ve olguların temelinde yüce bir iradenin
bulunmadığını, aksine değişimin ve oluşumun kendi içinden kaynaklandığını”
ileri sürmekteydi: “Yaşayan ve yaşamayan her şey, kendi içindeki doğal gücün
etkisiyle hareket etmektedir ve aynı bu nedenle de hareketlerine bir son
vermektedirler.”
Her iki akım da ruhların hareketini ve
öbür dünya inançlarını reddederek ateist düşüncelerin gelişimine büyük bir
katkıda bulunuyorlardı. Örneğin Hint vedalarına keskin eleştiriler yönelten
Carvaka öğretisi, “gerçeğin temelinin kutsal metinlerde bulunduğuna” dair
görüşlere karşı cesur tutum alıyordu. Bu öğretiye göre ne tanrısal bir buyruk
(sruti) olabilirdi ne de kutsal bir gelenek (smrti). Bu öğreti kendi içinde
güçlü ateist görüşler barındırıyordu: “ateş sıcaktır, su ise soğuk/ve ayıltır
insanı sabah serinliği./Peki bunu ne ile açıklamalı? Çünkü her şey kendi doğası
içinde oluşur.”
Materyalist ve ateist düşüncenin gelişimini
bilimsel gelişmelerden ayrı düşünmek mümkün değildir. Kadim Hint felsefesi, insan
anatomisi, matematik, yer bilimi ve astronomi üzerine yapılan çok önemli
araştırmalara dayandırıyordu. Bu öğretilerin bir kısmı sonradan Mezopotamya
üzerinden Antik Yunanistan’a ve oradan da 9.-12. yüzyıllarda ortaya çıkan İslam
uygarlığına aktarılmıştı.
Hint topraklarında materyalist ve
ateist düşünceyi ilk kez ortaya atanlardan biri de Brihaspati’ydi.
Ne yazık ki onun günümüze kadar gelmeyen eserlerine ve bu eserlerde ortaya
koyduğu görüşlerine ilişkin bilgileri onun hasımlarının kaleme aldıkları
metinlerinden biliyoruz.
Görüşleri şöyle sıralanmış:
1.
Gerçek dört elementin birleşmesiyle meydana gelmektedir:
ateş, toprak, su ve
2.
Sadece üzerinde
yaşadığımız bu dünya vardır, başka bir dünya yoktur.
3.
Yüce ilahi güçler gerçek anlamda yoktur; Tanrı,
zenginlerin yoksulları sömürmek için icat ettikleri bir aldatmacadır. Diğer
dinler gibi Brahmanizm de halk için zararlı ve kabul edilemez bir dindir.
4.
Dinsel anlamda düşünülen bir ruh mevcut değildir; maddeden
bağımsız bir ruh yoktur. Düşünce ve bilinç maddeden kaynaklanan fenomenlerin
ürünleridir.
Hint felsefesinin bir başka filozofu Uddalaka,
maddi dünyanın sır perdesini aralarken, bilginin de kaynağına yönelmektedir. O,
maddi yaşamın nasıl meydana geldiğini, olguların nedenselliğini, maddenin
hareketini, varlığın ortaya çıkışının sebebini ve bilgiye ulaşmanın yolunu
basit ama bilimsel kavramlarla açıklar. Kavramların nasıl oluştuğunu,
insanoğlunun bilgiye nasıl basitten karmaşığa ve tekdüzelikten çok boyutluluğa doğru
bir hat izleyerek ulaştığını Uddalaka’nın diyaloglarından öğreniyoruz.
Onun metinlerinde olgular, basit ve yalın örneklerle anlatılır. Ona göre, her
kavram kökeninde toplumsal pratiğin olduğu yeni bir yaratımdır.
O, şeyler arasındaki ilişkiyi sorgular,
yüzeyde görüneni değil, derinde yatana yönelir ve nedenler üzerine kafa yorar.
O, hem maddecidir hem de olguları diyalektik ilişkileri içinde inceler.
2. Çin felsefesi ve Yüz Düşünce Akımı
Hint felsefesinin oluşum ve gelişim sürecine
benzer bir gelişme de Çin’de yaşanmaktaydı. Tarihsel bulgular, Çinlilerin Şang
kavmi döneminde (MÖ 1765-1050) bir uygarlık meydana getirdiklerini, ipeği ve
bronzu işlediklerini, yaygın bir üretimde bulunduklarını ve ayrıca her tülü savaş
aleti geliştirdiklerini kanıtlamaktadır. Ayrıca Şang kavminin anaerkil bir
düzende yaşadığı da düşünülmektedir.
Çin felsefesinde görülen tarihsel
sıçramalar, Çin’in siyasal tarihiyle de birebir örtüşmektedir. Çin’in felsefi
tarihi kabaca üç döneme ayrılır. Birinci dönem olarak görülen Batı Çou Dönemi
(MÖ 1066-770) aynı zamanda “Büyük Uyum Dünyası”nın, “yani birlik ve dirliğin,
barış ve kardeşliğin hüküm sürdüğü ilk dönem (Da-tong)”dir.
İkinci dönem (MÖ 770-476) Çin’de köle
emeğinin yoğun olarak kullanıldığı, devlet arazilerinin feodal beyler
tarafından paylaşıldığı ‘Bahar ve Sonbahar Dönemi’dir. Bu dönemde üretim
araçları (demirin işlenmesiyle) olağanüstü gelişme kaydetmiştir.
Üçüncü dönemse (MÖ 475-221) Çin’in
kendi içinde parçalanmaya uğradığı ve birçok devletin birbiriyle kıyasıya
savaştığı ara dönemdir. En derin felsefi ve siyasi metinler “Savaşan Devletler
Dönemi” olarak bu dönemde yaratılmıştır. Bu dönem tarihte hem “Savaşan
Devletler Dönemi” hem de “Yüz Düşünce Okulu” olarak adlandırılmaktadır. Çin’in
en yetkin ve en sıra dışı düşünce akımları bu çağda ortaya çıkmıştır. Bu dönem
çoğunlukla antik Yunanistan’ın 5. ve 4. yüzyıllarıyla kıyaslanmaktadır, çünkü
aydınlanma, felsefi yaratım, siyasi ve bilimsel hamle en çok bu dönemde
görülmüştür.
Çhou Hanedanlığı döneminde başa geçen
kralların en önemli görevi, Tanrının oğlu sıfatıyla hem toprağın verimliliğini
düzenlemektir hem de toplumu adaletle yönetmektir. Sihir ve büyü sayesinde hem
toplumsal hem de dünyevi ve göksel düzen istikrara kavuşur. Bunu sağlamak, kralların
en önemli görevlerindendir. Bunu beceren kral ayakta kalır, beceremeyense,
Tanrının gazabına uğrayarak, bir halk ayaklanmasıyla devrilir.
3. Yüz Düşünce Okulu ve ateist düşünce
Merkezi Çin devletinin dağılması, birçok
saray memurunun işsiz kalmasına neden olmuştu. Engin felsefi ve siyasi
deneyimlere sahip birçok üstadın hem geçimlerini sağlamak hem de siyasi ve
felsefi görüşlerini yaygınlaştırmak için düşünce okulları kuruyorlardı.
Bu okullardan ilki ve en etkilisi
öğrencileri tarafından “üstat” diye anılan Konfüçyüs’e aitti. Öğretisinden de
görüleceği gibi o aslında, tam bir “Bahar ve Sonbahar Çağının”, yani çöküş
dönemin insanıydı.
Konfüçyüs’ün felsefesi, feodal dönemin
ideolojisini yansıtır. Eserlerinde ahlak, erdem, itaat, düzen ve saygıdan, adalet,
eşitlik ve merhametten söz edilir. Onun felsefi görüşleri, hakim sınıfın
ideolojisidir, ancak aynı zamanda yoksulların ve köylülerin eşitlik ve adalet
çağrısına da kulak verir. Eserleri, içerdiği nesnel materyalist bakış açısı
nedeniyle ilerici unsurlar taşır. Öğretisi nesnel olguları gözetir, maddi
yaşamdan bahseder, insan pratiğini önemser ve bu nedenle materyalist vurgular
içerir. Görüşlerini açıklarken sıklıkla diyalektiğe başvurur.
Bir sonraki dönemde etkin olan Me Ti (
MÖ 470-391) ise, savunduğu evrensel insan sevgisiyle, savaş karşıtlığı ve
evrensel barış düşüyle birçok düşünce adamı üzerinde derin izler bırakmıştır. Ona
göre, Konfüçyüs’ün aileye ve kavme yönelik insan sevgisi dar bir ufka sahiptir.
İnsan sevgisi aileyi, kavmi ve hatta devlet sınırlarını aşmalı ve bütün
insanlığı kucaklayan bir ülküye dönüşmelidir. Me Ti’nin en büyük düşü herkesin
eşit olduğu evrensel bir toplum yaratmaktı:
“Büyük
dava (Da) hüküm sürerken, dünya herkesin ortak malıydı. Yetenekli ve becerikli
olanları yönetici yapıyorlardı; herkes doğruyu söyler ve birliği
gözetirdi...Yaşlılar huzur içinde son günlerini beklerlerdi; güçlü olanların
işi ve gücü olurdu; yaşlılar, çocuklar ve bakıma muhtaç olan yetim ve dulların
bir bakımcısı olurdu. İsrafa izin verilmezdi, ama kimse de mal mülk edinme
derdinde olmazdı. Herkes gücünün yettiği kadar işe sarılırdı, ama kimse kendi
hesabına çalışmazdı. Hile ve takiyye son bulmuştu, çünkü bunlara ihtiyaç yoktu.
Hırsız, yankesici, katil ve saldırgan yoktu. Evlerin kapıları vardı, ama onları
hiç kimse kapamazdı. Zaman büyük uyum dünyasının zamanıydı.”
“Savaşan
Devletler Dönemi”nin bir diğer akımıysa Taoculuktu. Tao, yani “Yol” akımının en
etkin üstadı MÖ 6. yüzyılda yaşamış Lao Tse idi. Onun öğretisine göre insan ne
iyiydi ne de kötü. Her şey kendi içinde çelişmeleriyle birlikte ortaya
çıkmaktaydı. Çelişmenin bütünlüğünü parçalamak, karışık kafaların beyhude bir
çabasıydı. Lao Tse’ye göre toplumsal sorunlar, kaynağa, yani Tao’ya dönerek
çözülebilirdi.
Onlar iktidarı fuzuli görüyorlardı; kuralları
reddediyorlardı çünkü mal mülk hırsını kabul etmiyorlardı. Onlara göre ilk
topluma (Chou dönemi) dönüş, hiyerarşinin, gücün ve toplumsal farklılıkların
olmadığı yere dönüştü. Lao Tse’ye göre insanoğlu kendi kendine yeten küçük
köyler inşa etmeli ve hiyerarşiye, aşırı mal ve mülk hırsına izin vermemeliydi,
Böylece ne silaha ve baskıya ne de sömürüye ihtiyaç duyulacaktı.
Materyalist felsefe, Çin’de ilk kez
bütün derinliğiyle Wang Chun tarafından dile getirilir. O sadece hurafelere
karşı mücadele etmez, aynı zamanda köklü bir geleneğe dayanan Konfüçyüs
felsefesini de açıktan hedef alır. Onun materyalist felsefesi ve şüpheci
öğretisi, ateist düşüncenin toplumda kökleşerek etkin olmasında tayin edici
rolü oynamıştır.
O, Lun Heng
başlıklı eserinde hem her şeyi akıl süzgecinden geçirmekte hem de geleneklere
dayanan batıl inançları sert bir şekilde eleştirmektedir.
Evrenin ve doğanın, Yin-Yang güçlerine dayanan beş element tarafından meydana
getirildiğini belirten Chun, gökyüzünün (Tanrı) kendi başına bir bilincinin
olmadığını iddia ediyordu.
O maddeci felsefeye dayanarak doğa
olaylarının “kendiliğinden” meydana geldiğini ileri sürüyordu. Ayrıca her
olayın kökeninde erkek ve dişi güçler, yani gökyüzünün simgesi olan Yin ve yeryüzünün
simgesi olan Yang bulunmaktaydı. Yin ve Yang hem birbirinin zıddı hem de birbirini
bütünleyen eşit parçalardır. Ona göre maddi dünya ortak bir tözden meydana
gelmektedir. Bu töz seyrelerek ve yoğunlaşarak, maddeleri oluşturmaktadır.
Gökyüzü bu tözün seyrelmiş haliyken, yeryüzü ise onun katı halidir. “Nasıl ki su katılaşarak buz oluyorsa, Chhi
(töz) de katılaşarak insan bedenini meydana getirmektedir. İnsan öldüğünde tıpkı
eriyen buzun yeniden suya dönüşmesi gibi, o da eski tözüne dönüşecektir. İnsan da
diğer şeyler gibi maddeden oluşan bir bedene sahiptir; nasıl ki diğer nesneler
öldükten sonra ruha dönüşmezlerse, insan da dönüşemez. İnsanın diğer
varlıklardan bir farkı vardır, ama bu insanların ruha dönüşecekleri anlamına
gelmez. İnsanların öldükten sona da bir bilinç taşıdıklarına dair herhangi bir
kanıt henüz yoktur. Ölmüş bir insan, tıpkı ölen diğer yaratıklar gibi, yeniden
bir beden edinemez ki o insanlara (ruh ve cin olarak) zarar verebilsin.”
O tıpkı Epikür gibi her fiziksel olayın
arkasında doğal sürece dayanan bir nedensellik arıyordu, bunun için de doğadaki
olayları deneylerle tekrar ederek kanıtlamaya çalışıyordu. Hurafeleri çürütmek
için sıklıkla doğadan basit örnekler veriyor ve her şeyin bir nedeninin bulunduğunu,
ama bunların yüce bir gücün iradesiyle değil, kaostan kaynaklanan tesadüflerle
oluştuğunu söylüyordu.
Tanrıyı kavramını da sorgulayan Chung, yazılarında
her ateistin başvurduğu bir argüman dayanıyordu: “Eğer gökyüzü (Tanrı) insanları belli bir amaç için yaratmış olsaydı, o
zaman o, insanların birbirlerini yemelerini ve öldürmelerini değil, aksine birbirilerini
sevmelerini öğütlerdi. Eğer birileri buna karşı ‘her şeyin birbiriyle kıyasıya
yarışan beş elementten oluştuğunu ve bu nedenle de çatışmanın kaçınılmaz olduğunu’
iddia ederse, o zaman ben de Tanrının yaratıklarını sadece birbirilerini
sevmelerine yol açan Chi ile donatması gerektiğini söylerim. Tanrı
yaratıklarının birbirilerini öldürmelerini, birbirilerine karşı savaş
yürütmelerini ve birbirilerini mahvetmelerini değil, birbirilerini sevmelerini
öğütlemeliydi.”
Yeryüzünün oluşumu üzerine kafa yoran
Chung, “dünyanın kendi etrafındaki devinimi sayesinde katılaştığını” ileri
sürüyordu. Ancak bu düşünceler onun özgün görüşü olamazdı, çünkü bunlar daha
önceden MÖ 2. yüzyılda Huai Nan tarafından “Huai Nan Tzu” (Prens Huai Nan’ın
Kitabı) dile getirilmişti.
İnsanın Tanrı tarafından özel olarak
yaratıldığını ve her şeyin merkezi olduğunu iddia eden görüşlere ise Chung,
“insan yorganın dikiş hattına saklanmış bitlerden farklı değildir” diyerek
yanıt veriyordu. Ama insanın “çıplak canlılar içinde en zeki ve en akıllı yaratık”
olduğunu da belirtmekteydi. İnsanla sineği karşılaştıran Chung, “eğer sinekler
insanların ne düşündüklerini anlamak için onların kulağının dibinde ses
çıkarsaydı, insanların bunu duyamayacağını, insanların da aynı şekilde ne
konuştuklarını gökyüzüne (Tanrı) duyuramadığını ve bu nedenle de insanların
gökyüzüne yakararak arzularını bildirmelerinin beyhudece olduğunu”
belirtmektedir.
Dinlere dayalı hurafelerin çöküşe geçen
devletler ve hanedanlar döneminde artışa geçtiğini belirten Chung, sözlerini
şöyle sürdürmektedir: “Çöküşe geçen hanedanlar
cinlere inanma eğilimi göstermeye başlamaktadırlar. Ahmaklarsa gönüllerini ruh
çağırma seanslarıyla rahatlatmaya çabalıyorlar. Chou Hanedanlığı yıkılışına
doğru kurbanlar adıyor, cinleri çağırıyordu. Ruhsal bozukluklar bu ayinlerle rahatlatılmaya
çalışılıyordu. Ahmak hükümdarlar, yollarını şaşırınca görevlerinin ne kadar
önemli olduğunu unutmaya başlıyorlardı. İyilikleri azaldıkça da tahtları daha
bir sallantıya giriyordu. Peki sonuç nedir? İnsanlar mutluluklarını kendi
ellerinde tutmaktadırlar, mutluluğun cinlerle herhangi bir alakası yoktur.
Başarı onların çabalarına bağlıdır, yoksa onların kurbanlarının sayısına değil.”
Birçok ünlü çağdaşının dini hurafelere,
ruhlara, cin ve perilere inandığı bir dönemde Chung, materyalizme dayanan
bilimsel çabalarıyla, deneyleriyle ve açıklamalarıyla Çin’de ateist düşüncenin
gelişiminde tayin edici bir rol oynamıştı.
3. Milet felsefesi ve ateizm
MÖ 6. yüzyılda Anadolu’nun batı ve
güneybatı sahillerinde, Homeros’un destanlarında bahsedilen hareketli
kentlerde, hem ticari bir hareketlenme görülüyor, hem de bütün bölgeyi etkisi
altına alan toplumsal ve siyasi bir altüst oluş yaşanıyordu.
Kent ticaretine hâkim olan yükselen
sınıf, gün geçtikçe etkisini toplumsal ve siyasi alanda da gösteriyordu. Bu
sınıfların aydın ve düşünürleri, geleneksel ilişkilere meydan okuyarak,
toplumsal aydınlanmanın yolunu açıyorlardı. Onlar MÖ 6. yüzyılda, dünyayı ve
toplumu sorgulayarak, kökleri Hesiodos’un mitolojisine dayanan batıl inançlara
karşı çıkıyorlardı. Onlar, doğa olaylarını ve maddi gelişmeleri bilimsel ve
felsefi (spekülatif) boyutuyla açıklıyorlardı. Antik Yunanistan’da ateizmin en
önemli düşünürlerinden biri olan Xenophanes (MÖ 565-473), sadece Yunanların çok
tanrılı dinleriyle alay edip durmuyordu, aynı zamanda Tanrıların insanları
değil, aksine insanların Tanrıları yarattıklarını söyleyip duruyurdu.
“Eğer
öküzün, aygırın ve aslanın olsaydı elleri
resmederlerdi
onlar da elleriyle,
o zaman
aygır, aygıra benzeyen öküz de öküze
onlar da aynen
kendilerine benzeyen varlıklar resmederdi.”
Antik Yunan’da boy veren materyalist
felsefenin başını, kendisi de bir ticaret adamı olan Miletli Thales (MÖ 624-547)
çekiyordu. O, maddenin kökenini suya dayandırarak, her şeyin kökeninin tek bir bölünmez
varlıkta olduğunu iddia eden atomculara da hipotetik bir temel sunmuştu.
Thales’i takip eden Efesli Heraklit de (MÖ 550-480) bütün varlıkların temelinde
bir maddenin bulunduğunu, diğer varlıklarınsa onun dönüşümünün bir sonucu
olduğunu belirtiyordu.
Heraklit, her şeyin eninde sonunda yeniden kendi temel kaynağa dönüşeceğini; her
şeyin birbirinin içinde bulunduğunu ve sürekli dönüştüğünü vaaz ediyordu.
Maddenin dönüşüm sürecini zıtların birliğinden kaynaklanan bir mücadele olarak
gören Heraklit, aynı zamanda bu ilkeyi hareketin temel yasası olarak da ilan
etmişti.
4. Atom öğretisinden ateizme
Heraklit’in düşüncesinin bir gelişimi
olarak ortaya çıkan atom öğretisiyse, maddeyi, dönüşen ve hatta biçimsel olarak
yok olan bir varlık olarak görüyor, ama atom olarak adlandırdıkları en küçük
parçanınsa, kesinlikle yok olmadığını ve hatta onun sabit bir yapıya sahip
olduğunu da saptıyordu. Bu akımın başını önce Leukippos (MÖ 500-440), sonra da
onun öğrencisi olan Demokrit (MÖ 460-370) çekmişti.
Hakkında pek fazla bir şey bilmediğimiz
Leukippos’a göre “hiçbir şey kendiliğinden var olamazdı; her şeyin doğal bir
nedeni vardır ve her şey belli bir zorunluluktan kaynaklanırdı.”
Abdera’da doğan Demokrit’in adı antikçağ
materyalizmiyle özdeşleşmiştir. Spekülatif unsurlar içermekle birlikte onun
öğretisi, günümüzde de görüldüğü gibi hem bilimi hem de felsefeyi derinden
etkilemiştir. Onun öğretisi, materyalist olduğu kadar ateist düşünceye de kaynaklık
eder. O, öğretisini oluşturmadan önce Mısır’ı, Mezopotamya’yı ve Hindistan’ı gezmiş,
hem dönemin batıl inançlarına karşı çıkmış, hem de insanın Tanrı fikrine
ihtiyaç duymadığını savunmuştu. Ona göre Tanrı fikri, doğa felaketlerinden
korkan insanoğlunun bir fantezisidir. Eserleri, eğer bunları Platon yakmamışsa,
yakılıp yok edilmiştir. Eserlerinden günümüze sadece birkaç fragman kalmıştır. Bu
büyük filozofun görüşlerinden bahseden Sextus ise şöyle demektedir: “Bazıları,
insanoğlunun Tanrı fikrine, doğa olaylarından ve mucizelerinden hareketle
ulaşmışlardır ki Demokrit bunu söyleyenlerden biriydi. O, doğa olaylarının nedenlerini
bilmeyen atalarımızın, şimşek çakınca, gök gürleyince, yıldızlar çarpışınca,
güneş ve ay tutulunca bunun arkasında hemen Tanrıyı aradıklarını söylemiştir.”
Demokrit insanların Tanrı fikrine
“Eidola” (akan resimler) sayesinde ulaştıklarını şöyle belirtmektedir: “İnsanlar,
nedenini bilmedikleri doğa olaylarının arkasında bir Tanrı aramışlardır,
halbuki her şey doğadan ibarettir ve ölümsüz bir şey de olamaz.”
Ona göre Tanrılar, insanın niteliklerinden esinlenilerek tasavvur edilmişlerdir.
Zeus, güneşin kişiselleştirilmiş halidir; Athena ise aklın simgesi.
Demokrit’in bir diğer özelliği ise onun
bir siyaset adamı olarak köleci sistemi sorgulaması, insanların özgürlüğünü ve
eşitliğini savunmasıdır.
Antikçağda ateist bilince erişen bir
başka filozofsa Protagoras’dı ki o bunu şöyle ifade ediyordu: “Tanrıları ne
görebilirim ne de hakklarında bir şey bilebilirim. Geçmişlerini araştırmaya ise
kimsenin ömrü yetmez.” Bu filozofun “Tanrılar Üzerine” başlıklı eseri de ne
yazık ki yok edilmiştir.
Sinoplu Diojen (MÖ 404-3223) ise Tanrıları tümden reddediyordu. Ütopik
bir eser olan “Kutsal Metinler”in yazarı Messeneli Euchmeros (MÖ 4.-3. yüzyıl)
ise “Tanrı fikrinin yönetici kralların suretinden türetildiğini” belirtiyordu.
Materyalist ve ateist düşüncenin güçlü
bir savunucusu olan Epikür (MÖ 341-270), Demokrit’in atom teorisini diyalektik
bakış açısıyla yeniden ele almıştı. O aynı zamanda antikçağın en etkin
aydınlanmacılarından da biriydi. Bu nedenle onun eserleri yasaklanmış ve yok
edilmiştir. Doktora çalışmasını Demokrit ve Epikür üzerine yapan Marx, onu,
antik Yunan tarihinin en büyük aydınlanmacısı olarak görüyordu.
Atomcuların en önemli teorisi maddenin
bir varlığa sahip olmasıydı. Onlara göre, duyumsanan ve algılanan varlık
gerçekti ve o da sadece maddeydi; dünya ve dünyayla birlikte görülen, algılanan
ve duyumsanan her şeyin temelinde, algımızın dışında da mevcut olan madde
bulunmaktaydı. İşte bu mutlak maddeci teori, günümüze kadar gelmekte olan
materyalist düşüncenin de temelini oluşturmuştu.
Onlar bu görüşlerini sadece doğaya
değil, aynı zamanda toplumsal birliğin temelini oluşturduğunu düşündükleri
ahlak öğretisine de uygulamışlardı. Bu basit bir indirgemeci yöntem değil,
materyalist tutarlılıktı. Böylece felsefe tarihinde, dünyayı ve doğa olaylarını
açıklayan bütünlüklü bir model ve algılama tarzı da geliştirilmişti.
Her şeyin temelinde ortak bir
nedensellik arama yöntemi, bilimde bir basitleştirme tehlikesine yol açmakla
birlikte, kendisini bilim alanında kanıtlamış ve kabul ettirmişti. Bu sayede hem
antikçağ felsefesi büyük gelişme kaydetmişti, hem de modern bilim (bütün
canlıların tek bir kökenden geldiğini söyleyen evrim teorisi) sıçramalar
yapmıştı.
5. Materyalizmin Aydınlanma ve ateizmle ilişkisi
Doğa felsefesinin metinleri soyutlama
yönteminin harika örnekleridir. Bu tezlerin bir kısmı geçerliliğini hala
korurken, bir kısmı ise gülümsememize neden olacak kadar naiftir. Ancak bundan
tam 2500 yıl önce ortaya atılan görüş ve düşünceler, bilinmeyen ve bir sır
olarak kabul gören, en hafifinden Tanrısal olduğu düşünülen maddenin, varlığın
ve töz kavramının özgürleşmesini sağlamıştır.
Hareket ve değişim olgusunun
kavranması, onların cesur çıkışları sayesinde mümkün hale gelmiştir. Onlar
sadece batıl inançlara ve hurafelere karşı mücadele etmemiş, aynı zamanda
tehditlere karşı da göğüs germişlerdir.
Peki nasıl olmuştu da 2500 yıl önce Yunanistan’da,
bu konuda önemli başarılar kazanılmıştı? Antik Yunanistan’ın ayırt edici özelliği,
onun ekonomik başarının yanı sıra siyasi örgütlenmede de yeni keşifler
yapmasıdır. Yunanistan, yoğun köle emeğini doğrudan meta üretimine sokarak, tarihsel
önemde bir ekonomik hamle gerçekleştirmiştir. O güne kadar köle emeği esas
olarak ya toplumsal ekonomiye pek bir faydası olmayan yapı faaliyetlerinde ya
da hâkim sınıfın zevk ve bakım ihtiyacında değerlendirilmişti. Yunanistan’la
birlikte köle emeği, yoğun bir şekilde madenlerde, tarımda ve atölyelerde
kullanılmaya başlanmıştı. Yunanistan bu ekonomik gelişme sayesinde hem
profesyonel ordular kurulabilmiş hem de bilim adamlarının, sanatçı ve
eğitmen-filozofların geçimini sağlayabilecek bir zemin sunabilmişti.
Önemli bir başka nedense, Yunan kent
devletlerinin toplumsal ve siyasi örgütlenmesiydi. Deniz ulaşımı ve ticaretiyle
birbirine bağlanmış birçok bağımsız kent devletlerinin varlığı, bunların
birbiriyle kıyasıya rekabetine neden olmaktaydı. Ortadoğu devletlerinin
çöküşüyle antik Mısır ve Mezopotamya’da şekillenen bilimsel, felsefi ve
kültürel birikim, bu sayede Yunanistan’a aktarılmıştı. Cebeli Tarık Boğazı’ndan
Hindistan’a kadar uzanan geniş coğrafyada yürütülen deniz ticaretinin
birleşmesi, deneyim ve tecrübelerin hızla aktarılmasını, buluşların bir anda
yaygınlaşmasını, özgür yurttaşların siyasi mücadelelerini ve bölgede yapılan bilimsel
faaliyetlerin hızla yaygınlaşmasını sağlamıştır.
Kent devletlerinin siyasi yapısını
belirleyen “demokratik” yapılar, yükselen sınıfların, ki bunlar çoğunlukla
denizaşırı tüccarlardı, toprak baronlarına karşı yürüttükleri mücadeleleri
kolaylaştırmış ve başarılarını kalıcılaştırmıştı.
6. Antikçağ felsefesinin düşüşü
Atina’nın bir felsefe yuvası olmasını
sağlayacak koşullar, Solon döneminde hazırlanmıştı, ama bu esas olarak Perikles
(MÖ 5. yy.)’in yarattığı özgür ortamda başarılmıştı. Protagoras ve Anaxagoras
da bu dönemde etkin olmuşlardı. Sokrates’in yükselişi de bu döneme rastlar.
Ancak Batı Anadolu’nun sunduğu özgür araştırma ve düşün ortamı belli bir süre
sonra yok olmuştu. Protagoras kısa bir süre sonra Atina’yı terk edecek, Perikles’in
yakın dostu Anaxagoras ise ateistlikle suçlanarak kentten kovulacaktı. Hatta
tutucu Sokrates bile dinsizlikle suçlanacak ve ölüme mahkûm edilecekti.
Atina, Platon’un da etkin olduğu 5. ve
4. yüzyılda, Sparta gibi çöküş sürecini yaşayan bir devletle savaşıyordu. ‘Peloponnez
Savaşı’ olarak nitelendirilen bu savaşta her iki taraf da felakete
sürüklenmişti. Bu dönemde Atina ilericiliğin, Sparta ise gericiliğin merkezi konumundaydı.
Platon, Atina’nın içinde bulunduğu krizi aşmak için öne sürdüğü siyasi görüşleriyle
gerici görüşlere destek olsa da gene de o felsefi öğretisiyle nesnel akılcılığın
ve diyalektik bakış açısının gelişmesini sağlamıştır.
Aynı şekilde Aristoteles de bilim,
sanat ve siyaset alanına ilişkin öne sürdüğü nesnel- rasyonel tezleriyle
felsefenin gelişimine önemli katkıda bulunmuştu. Nitekim çürümüşlük içindeki Yunan
diyarı, önce Makedonyalı Filip’in, sonra da Büyük İskender’in ayakları altında
ezilecektir. Böylece felsefenin baba ocağı sayılan Atina da tarihin
derinliklerine gömülecektir.
Ama antikçağ felsefesi, maddeye ilişkin
öğretisiyle felsefe tarihini derinden etkilemişti.
Antikçağın atom teorisi, felsefede soyutlama yeteneğinin zirvesini oluşturmaktaydı.
Bu aynı zamanda materyalizmin ve ateist düşüncenin de zirvesiydi. 16. yüzyılın
klasik mekaniği ve sonradan bilim dünyasını kökten değiştirecek olan modern fizik
ve ardından Aydınlanma felsefesi, 19. yüzyılında tarihsel materyalist akımının doğuşunu
müjdeleyecektir.
Materyalist felsefenin gelişimine
Roma’nın da büyük katkıları olmuştu. Özellikle atom öğretisini savunan
Lukretius, “Evrenin Doğası” başlıklı eseriyle hem çağdaşlarını hem de 16-18. yüzyıllarda bütün azametiyle görülecek olan
materyalist felsefenin yönünü belirlemişti. Lukretius eserinde, ahlaki yozlaşmanın
yanı sıra Tanrı fikrini, hurafeleri ve batıl inançları da sorgular. Manzum şiir
biçiminde kaleme alınmış olan bu şaheser, antikçağın en güçlü ateist
metinlerinin başında gelir.
1. İslam uygarlığı ve Aydınlanma
Antikçağın kapanışının ve Roma’nın
dağılışından sonra yükselişe geçen feodal devletler içinde en hızlı ve en etkin
gelişme gösteren devlet, Hz. Muhammed’in önderliğinde ve İslam bayrağı altın kurulan
İslam İmparatorluğu’ydu. İslam Devleti, sadece Arap Yarımadası’ndaki Arap kavimlerini
birleştirmekle kalmadı aynı zamanda kısa bir süre içinde Hindistan’dan Cebeli
Tarık Boğazı’na kadar uzanan geniş bir coğrafyada, İslam dininin bayrağı
altında büyük bir uygarlık da kuracaktı.
Araplar 1. yüzyıldan itibaren tarih
boyunca, Kuzey Arabistan’da, Suriye ve Irak’ta, önemli devletler (Gassaniler,
Hireliler, Kindeliler) kurmuşlardı.
Müslüman Araplar, üzerinde yaşadıkları toprakların geçmişte uygarlıklara ev
sahipliği yaptıklarını biliyorlardı. Özellikle da Mısır ve Asurlulardan
kültürel olarak etkilenmişlerdi.
Hz. Muhammed, “Allah’ın birliği ve
Müslümanların kardeşliği” çağrısıyla, birleşme ve uygarlaşma sancıları çeken
Arap kavimlerini bir devlet altında birleştirmeyi başararak, Arapların üzerinde
birleşebilecekleri ideolojik bir zemin de sunmuştu.
6. yüzyılda Bizans’ın Romalı kültürü,
artık duraksama dönemine girmişti. Bizans hükümdarı II. Theodosius tarihte
yıkım ve barbarlığıyla biliniyordu. Ünlü İskenderiye kütüphanesi, Batı’nın
iddia ettiği gibi Halife Ömer’in değil, daha 391 yılında Piskopos
Theoplilius’un buyruğuyla yakılmıştı. Aziz Krill de onların izinden giderek 410
yılında ünlü kadın matematikçi Hypatia’yı İskenderiye’de öldürtmüştü. Suriye ve
diğer Ortadoğu ülkelerine eski Yunan kültürünü yaymakla ünlü Edessa (Urfa)
Akademisi, İsaurterli Zeno’nun emriyle kapatılmıştı. Justinius ise selefleri
gibi, hem Atina’nın Platon Akademisini hem de İskenderiye Akademisini kapatmıştı.
Hıristiyanlığın gücü, Batıda yaşayan
kavimleri birleştiremiyordu. Hıristiyanlığın resmi devlet görüşünden farklı
yorumlara sahip Hıristiyan mezheplerinin (Yakubiler ve Nesturîler) Bizans
topraklarında barınması, 5. yüzyıldan itibaren olanaksız hale gelmişti. Kovuşturma
ve katliamlar, Nesturîlerin ve Yakubilerin, Bizans’tan İran’a göç etmelerine
neden olmuştu. İskenderiye’de, Atina’da ve Konstantinapol’de yaşayan binlerce Hıristiyan,
Bizans’tan kaçarak ezeli rakibi İran’a sığınmıştı.
3. Arap uygarlığın doğuşu
Araplar yeni bir uygarlık yaratmanın
dinamizmiyle, Çin’den Atlantik Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir coğrafyayı
inanılmaz bir hızla fethetmiş ve denetim altına almışlardı.
Arapların, böylesi kısa bir süre içinde
etkili olmalarının en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz, bölge halklarının
İslam dinini, Roma ve Bizans zulmünden kurtuluşun bir aracı olarak
görmeleriydi.
Muhammed, daha baştan itibaren tek tanrılı dinlerin, yani Museviliğin ve
Hıristiyanlığın mirasçısı olduğunu vurgulamış ve bölgede birkaç bin yıldır
süzülerek olgunlaşan, bütün kavimler tarafından kabul görmüş siyasi ve ahlaki
değerleri benimsemiş, herkese, sosyal statü, renk ve kavim farkı gözetmeksizin
“eşitlik” ve “özgürlük” vaat etmişti.
Tarihte her uygarlık, kendisinden
önceki uygarlıkların kültürel mirasını edinebilmek için yoğun bir çeviri
faaliyeti içine girmekteydi.
Şehzade Halid b. Yezid, Süryanice,
Yunanca, Aramca ve diğer bölge dillerinden çeviriler yapmaya başlamıştı.
İskenderiye’den tıp, kimya, astroloji ve felsefeye ilişkin tomarlarca kitap
taşınmış ve bunlar Arapçaya çevrilerek, Arap aydınlarının hizmetine sunulmuştu.
İmparatorluğun merkezinin Şam’dan Bağdat’a taşınması, Bizans ve Helen
kültürüyle yoğrulmuş Arapların ufkunu bu kez de başka bir yöne, İran, Hint ve
Orta Asya’ya çevirmişti. Mevcut kültür, kadim İran, Hint ve Çin’in birikimiyle
birleşerek zenginleşmişti. Bağdat, antik Yunanistan’ın bilimsel-felsefi
mirasını özümsemekle kalmadı, aynı zamanda onu Asya’nın birikimiyle de
buluşturarak dünyalılaştırdı.
Halife Harun Reşit, İmparatorluğun
sınırları içinde yaşayan âlimleri ve kütüphane köşelerinde duran yazılı
eserleri toplamak için bin bir seferberlik başlatmıştı. Hatta kimi tarihçiler,
Harun Reşit’in sırf kitap toplamak için Bizans’a karşı askeri seferler
düzenlediğini bile ileri sürmekteydiler.
Huneyn bin İshak, Kalinos’un nabız ile ilgili bir kitabını elde edebilmek için
Irak, Suriye, Şam, Filistin ve Mısır’ı dolaştığını, nihayet kitabın bir
nüshasını Şam’da bulduğunu anlatmaktadır.
Tarihçilerin bildirdiğine göre Moğollar, 12. yüzyılda Bağdat’a girdiklerinde on
binlerce cilt kitap barındıran yirmi kütüphaneyle karşılaşmışlardı.
Ünlü bilim tarihçisi J. Bernal’in
üzerine basarak belirttiği gibi Doğu Uygarlığının en önemli özelliği, tarihten
gelen halk-aydın karşıtlığını 754-861 yılları döneminde kısmen aşmaya çalışması
ve geniş halk kesimini bilimsel ve felsefi etkinliğe dahil etmesidir.
O günün kültürel iklimini anlamak
bakımından aktarılan aşağıdaki örnek çok önemlidir. İspanya’dan Bağdat’a giden
bir din adamı orada yaşadıklarını, yakınlarına şöyle anlatmaktadır:
“İki
kez toplantılara katıldım, ama üçüncüsüne gitmeye çekindim. Neden derseniz?
Düşünün bir kez, ilk toplantıda koyu (Ortodoks) Müslümanların ve ana ilkelerden
farklı düşünen (Heteredoks) Müslümanların yanı sıra, ateşe tapanlar, materyalistler,
ateistler, Yahudi ve Hıristiyanlar, kısacası, her çeşit dinsiz vardı.
Her mezhebin
özgün görüşlerini savunan bir konuşmacısı bulunuyordu ve bunlardan birinin
önderi, kapıdan içeriye girdiğinde herkes saygıyla ayağa kalkıyor ve mezhebin
başı, yerine oturmadan kimse yerinden kımıldamıyordu. Salon neredeyse tıka basa
dolmuşken dinsizlerden biri söz aldı ve şöyle konuştu: ‘Bilimsel konularda
tartışmak amacıyla toplanmış bulunuyoruz, herkes önkoşulumuzu biliyor. Siz
Müslümanlar, kendi din kitabınızdan alınmış ya da peygamberinize dayanan
sözlere başvurarak, bize karşı kanıtlar getirmeye kalkışamazsınız, çünkü biz ne
söz konusu kitabınıza ne de peygamberinize inanıyoruz; buradaki herkes yalnızca
insanın akıl ve mantığında temellendirilebilen nedenlere dayanabilir’ dedi. Bu
sözler, genel olarak alkışla karşılandı. Bu ve benzeri sözleri duyduktan sonra
böyle toplantılara neden katılmak istemediğimi artık siz de anlarsınız. Başka
bir toplantıya gitmeye beni ikna ettiler; dayanamadım gittim, gene aynı skandalla
karşılaştım.”
4. El-Me’mun ve Mutezile Devrimi
Mutezile mezhebinden olan el-Me’mun, büyük Arap devriminde, ikinci bir
devrim gerçekleştirerek 827 yılında, Mutezile mezhebini devlet dini haline
getirmişti. Kimi tarihçilere göre bu adımla el-Me’mun, çeşitli mezheplere
bölünmüş olan Müslümanları ortak çatı altında birleştirmeyi amaçlıyordu.
Akıl, birey, insan iradesi ve ölüm
düşüncesi ekseninde oluşan bu felsefenin kökeni, İskenderiyeli filozof Plotin’e
kadar gitmekteydi. Bu düşünce, bir yandan bireyin sınırsız ahlaksal
sorumluluğunu vurguluyor, yani özden yoksun dinsel ritüellerin yüzeyselliğini
eleştiriyor, diğer yandan da “evrenin bilimsel akılla keşfedilebileceğini” öne
sürüyordu. Bu çerçevede Mutezile, hem “evrenin sonsuz” olduğunu hem de “Kuran’ın da yaratıldığını ve mutlak
olmadığını” ileri sürüyordu. Mutezileye göre “özgür olamayan insan etkinliği
haramdı”. “Tanrının yüceliği, doğanın
her alanında keşfedilmeliydi, bu nedenle de bilimsel etkinlikten korkulmamalıydı”.
Ayrıca bu cüretkâr düşüncenin sınırı, “büyük adamın küçük günahı” şeklinde
başlayan başka bir ahlaksal tartışmayla, “Muhammed’in de günahkâr olabileceği”
savına kadar da götürülmüştü.
“Bağımsızlaşan” anlamına gelen
Mutezile, 10. ve 11. yüzyılda çok sayıda bilim adamını ve filozofu etkisi
altına almıştı. Ebul’l-Huzeyl, İbrahim Nazzam, Hayyat, Cahiz, Ebu’l Maari,
Fahreddin Razi, Seyid Şerif Cürcani, Sadüddin Taftazani, İbn Sina ve Nasirüddin
Tusi, bunların sadece birkaçıdır. Daha sonra bu akım Endülüs’te İbn Bacce ve
İbn Rüşd üzerinden Batı’yı da etkisi altına alacaktı. Batı’nın 12. ve 13.
yüzyıllarında yaşayan R. Bacon, Thomas Aquin gibi ünlü ilahiyatçı ve bilim
adamlarını en çok etkileyen de bu İslami akım olmuştu.
5. İslam Felsefesinde Materyalist İzler
Ünlü tıp alimi el-Razi (865-925) 10. yüzyılda,
maddenin doğasına ilişkin görüşleriyle Demokrit’e, Empedokles ve Anaxagoras’a
yakın bir konum edinmişti. O, hareketin maddeden bağımsız olmadığını
söylüyordu; evren birbirine eşit olan beş ilkeye dayanmaktaydı. Bunlar,
yaradan, evrensel ruh, ezeli maddi, mutlak uzam ve mutlak zamandı. O, Tanrıyı, diğer
ilkelerle eşit derecede görmesinden dolayı saldırıya uğramakta ve dinsizlikle
suçlanmaktaydı.
Astronomi, felsefe, edebiyat ve
matematik konularında ünlü bir uzman olan Ömer Hayyam (1040-1123) kaleme aldığı
rubaileriyle dini ve Tanrıyı hicvediyordu. Rubailerinde dini hurafeleri yerden
yere vuran Hayyam, ruhun ölümsüzlüğünün, öbür dünyanın ve kıyamet günün uydurma
olduğunu söylüyordu. “Aklına geleni söyleyen” Hayyam, materyalist ve ateist
düşünceleri korkusuzca dile getiriyordu. Ancak o, görüşleri nedeniyle
kovuşturmaya uğramış ve bir süreliğine yurdunu terk etmek zorunda bırakılmıştı.
Zorunlu hac ziyaretinden sonra yurduna geri döndüğünde artık siyasi ve felsefi
konularda konuşamaz olmuştu.
İbn-i Sina (980-1037) yüzyıllar
boyunca, hem “Felsefenin Şahı” hem de “Hekimlerin Prensi” olarak anıldı.
Yazdığı felsefi eserlerde o, “doğa olaylarına ilişkin araştırmalarda mantığa,
deneyime ve duyumsamaya önem vermeyi” öğütlüyordu. Ona göre, “deneyle kazanılan
bilgi ile gözlem arasında kopmaz bir bağ” vardı. “Bilimsel araştırma ancak
teori ile pratiğin akıllı bir tarzda birleştirildiğinde gerçek anlamda ürünler
verebilirdi.” O, Aristoteles’in bilimsel-materyalist bakış açısının izinden
giderek, dünyanın ezelden beri var olduğunu ve yapısının da maddeden meydana
geldiğini belirtiyordu:
“Hiçbir
soyut cisim maddenin varlığını içeremez; madde kendi biçimsel formunu daha
baştan içermektedir ve cisim kendisini bu biçim ve maddeden meydana getirir.”
İbn-i Sina’ya göre maddenin doğasında hareket
vardır; o bir potansiyel (olasılık) olarak maddede bulunur ve sonraki bir
süreçte de ortaya çıkabilir. “Hareket,
maddenin konumu hakkındaki tasavvurumuzdur;
o konumunu değiştirirken, aynı zamanda kendi içindeki eğilimi de açığa
vurur. O (hareket) maddenin bağrında sürekli bulunan ve bir itkiye ihtiyacı
olmadan potansiyelin eyleme geçme halidir.”
Ona göre duyumsama yoluyla edinilmiş
bilgiler olmadan kesin bilgiye sahip olmak mümkün değildir. Zihin, duyumsama
yoluyla edinilmiş bilgileri mantık yoluyla yeniden kurarak gerçek bilgiye sahip
olabilir. İbn-i Sina’nın bilgi teorisi, hem duyumsamacıydı hem de
rasyonalistti.
12. yüzyılın başından itibaren
duraksama dönemine giren İslam Uygarlığı, felsefi ve bilimsel alanda da
tutuculaşmıştı. Ancak Endülüs’te bilim ve felsefe ateşi hala sönmemişti. İbn
Rüşd, (1126-1198) eleştirel ve materyalist görüşlerini Avrupa’nın
derinliklerine kadar yayma olanağı bulmuştu. Gazali düşüncesine karşı etkin bir
mücadele yürüten Rüşd, döneminde Aristo uzmanı olarak bilinirdi. Rönesans’la
birlikte yükselişe geçen Batı felsefesinin temsilcilerinin ilk keşfettikleri
filozof, İbn Rüşd olmuştu. O görüşlerinden dolayı aforoz edilmiş ve ancak ölümünden
kısa bir süre önce baba yurdu olan Kordoba’ya gelebilmişti.
Rüşd’e göre maddi dünyanın ne başı ne
de sonu vardı. Tanrı düşüncesini reddetmeyen Rüşd gene de hiçbir şeyin yoktan
var edilemeyeceğini ileri sürerek, Tanrıyla doğayı özdeş kılıyordu. Ona göre “madde
ancak hareketle birlikte var olabilirdi”. Dolayısıyla da “hareket ancak madde
varsa olabilirdi”. Ezeli madde olarak adlandırdığı “töz ise, ne var edilebilir
ne de yok edilebilirdi”. “Yoktan hiçbir şey var olamayacağı gibi varlık da
mutlak olarak yok edilemezdi” ama her şey hareket üzerinden bir başka şeye
dönüşmekteydi.
10. yüzyıldan itibaren Sünni İslam’ın
yeniden iktidara gelmesinden sonra 8. ve 9. yüzyıllardaki özgür tartışma ortamı
ortadan kalkmıştı. Birçok aydın dinsizlikle suçlanarak ya hapse atılmış ya da
öldürülmüştü ve tabii ki bunlara ait eserler de yok edilmişti. Bir kısmı ise
yurtdışına kaçarak hayatını zor kurtarabilmişti. Hallacı Mansur’un idamı,
Nesimi’nin derisinin yüzülmesi, Al Maari’nin, Az Razi’nin, Hayyam’ın İbn
Rüşd’ün dinsizlikle suçlanarak kovuşturmaya uğraması, İbn Sina’nın görüşlerini açıklamaması
için baskı görmesi, İslam Uygarlığının çöküşe doğru yol aldığının önemli
göstergelerindendi.
Ibn Sinaların, İbn Rüşdlerin ve Ömer
Hayyamların susturulduğu coğrafyanın artık bir uygarlık merkezi olması mümkün
değildi. Bilim ve felsefenin kökü kurutulmuş ve sadece birbirinin kopyası olan
ve Kur’an’ın tekrarından başka bir
şey olmayan kelama izin verilmekteydi.
Birkaç yüz içinde uygarlık birikimi
İspanya, Sicilya ve Anadolu üzerinden peyderpey Batı’ya aktarılmaya
başlanmıştı. Batı, Rönesans’la birlikte ve özellikle de 16. yüzyıldan itibaren
özgün buluşlar yaparak ve bilimsel hamlelerde bulunarak, Doğu uygarlığını
katbekat aşmayı başarmıştı.
Rönesans döneminde uyanan, Katolik
Kilisesi’nin baskı, sömürü ve zulmüne ve hem onun ideolojik dayanağı olan hem
de birçok nedenle onun tahakkümü altında bulunan yerel prenslere karşı mücadele
yürüten yerel halklar en büyük ideolojik ve siyasi desteklerini bilim ve sanat
çevresinde görmüşlerdi. Bu halkların devrimci ayaklanmaları başta Çekoslovakya,
Belçika, Fransa, Almanya, İngiltere, Hollanda, İsviçre olmak üzere Avrupa’nı daha
başka birçok coğrafyasında Rönesans önemli toplumsal ve siyasi başarılar
kazanmışlardı.
Bilimsel ve teknolojik icatlar, felsefi
ve kültürel gelişeler, coğrafi keşifler, ticaretim ve üretim artan hızı,
Avrupa’nın en ücra kesiminde bile olağanüstü bir siyasi uyanışa, ve toplumsal canlanmaya
neden olmuştu.
Hem bu sürecin harekete geçirdiği hem
de bu sürece buluşlarıyla, keşifleriyle ve icatlarıyla esin kaynağı olan bilim
çevresi, Katolik Kilisesi’nin bir yıllık ideolojik tahakkümünü orasından
burasında kırmaya ve parçalamaya başlamıştı.
Bunun ilk çıkışları henüz 13. yüzyılda
görülmekle birlikte, esas olarak büyük bir devrimci uyanışa ve bilince neden
Kopernik’in dünya ve evren modeli, sonradan Kepler, Leonarda, Bruno ve Galilei
ile devam emişti.
Bilim çevresinin maddeyi dayanak noktası alan, maddenin insan üzerindeki
duyusal etkiyi ve onunla birlikte bilgiye ulaşmanın temel yöntemi olarak
gördüğü deney ve araştırma yöntemleri, sanki hazırda duran ve adeta birinin
örtüyü kaldırmasını bekleyen bilimsel buluşlar ardı ardına sökün etmişti.
Evreni, dünyayı ve toplumsal hayatı
düzenlediği ve belirlediği ileri sürülen yüce Tanrının varlığı bilimsel buluşlarla,
teknolojik keşif ve deneylerden hareketle temellendirilen materyalist düşünce, doğrudan olmasa bile felsefi alanda
yüzlerce yıl sonra ateizmin yeniden önce bilim ve sanat çevresinde sonra ise
dalga dalga toplum içinde yaygınlaşmasına neden olmuştu.
Bu bilimsel, felsefi ve toplumsal iklimin
gelişim sürecinde önemli roller oynayan düşün adamları kimi zaman birbirinden
bağımsız, kimi zaman da birbirinin öğretisinden destek alarak, hayatları
pahasına da olsa önemli çıkışlar yapmışlardı. Bunların başında ise kuşkusuz Rönesans’ın
ünlü sanatçısı, demokrat aydını, doğa bilimcisi ve felsefenin üstadı Leonardo
da Vinci (1452-1519) gelmekteydi.
Yaşamında sanat ve bilimi bu derece
ustaca birleştiren bir başka aydın yok gibidir. Leonardo’nun felsefi ve siyasi açıklamaları,
feodalizme karşı mücadele yürüten devrimci sınıfların siyasi programlarını
yansıtır.
Leonardo, yazı ve konuşmalarında “ateşin bütün yalanları, softaların ileri
sürdüğü bütün safsataları, tıpkı ışığın karanlığı kovması gibi” yakacağını
vurguluyordu. Ona
göre “öbür dünyadan veya gaipten haber verenler, ahmaklıklarını ortaya
koymaktan başka bir şey yapmıyorlardı.”...
“Cinler ve Perilerle konuştuklarını iddia edenlerse, dilleri olmadan
konuşabildiklerini iddia eden dilsizler kadar gülünçtüler.”
Feodal-dini ideolojiye karşı etkin bir
tutum alan Leonardo, Katolik papazlarını hokkabazlıkla suçluyordu. Onların
mutlak bilgiye sahip olduklarına dair iddialarını ise gülünç bulmaktaydı. O,
hicvi kullanarak onların “Tanrının ışığıyla bütün sırlara vakıf olduklarını”
söylüyordu. Papaz ve keşişlerden nefret ediyor ve onların “cennette yer satarak
insanları sömürdüklerini” ifşa ediyordu.
Dünyanın evrenin merkezi olduğuna dair
görüşleri ise kesin olarak reddediyordu. Ona göre, “dünya ne güneş sisteminin
ne de evrenin” merkeziydi. Dünya, diğer gezegenler ve ay gibi sıradan bir taş
yığınıydı. O, doğa olaylarına materyalistçe yaklaşıyor ve doğadaki her olayın
kaynağında zorunlu bir nedenselliğin bulunduğunu ilan ediyordu: “Zorunluluk
yasası, doğayı eğitmekte ve düzenlemektedir. Zorunluluk doğanın temel
ilkesidir, onun yaratıcısıdır, yönetenidir ve ebedi yasasıdır.” Leonardo da
tıpkı Heraklit, Demokrit, Epikür ve Lukretius gibi doğanın duyu organlarımız
üzerinde etkide bulunduğunu ve doğayla ilgili bilgiye da ancak bu yolla
ulaşabildiğimizi belirtiyordu.
Gene ondan kısa bir
süre sonra İtalya’da bir başka güçlü ses daha yükseliyordu: Giordano Bruno (1548-1600). O, tarihte özgür
düşüncenin simgesi olarak bilinir. Onun felsefi düşünceye ve özellikle de
materyalizme ve ateist düşünceye yaptığı anlamlı katkıysa pek dikkate alınmaz.
O, sadece Rönesans döneminin büyük bir
düşünürü değil, aynı zamanda “düşünceyi bilimsel bulgularla birleştiren ve
böylece toplumları devrimcileştiren yeni materyalist akımın en etkin
filozofuydu da.” O,
dini görüşlerinin temelden sarsılmasından dolayı felsefi olarak ateizmin
eşiğine dayanmıştı
ve ortaya attığı düşüncelerden dolayı 1600 yılında, henüz 52 yaşındayken Roma’da
diri diri yakılmıştı. İdam fermanı okunduğunda yargıçlara, “ölüm fermanı okunan
benim, fakat korkuyla titreyense sizsiniz”
diye haykırmıştı.
2. Aydınlanma çağı ve ateist düşünce
17. yüzyılda Fransic Bacon (1561-1626)’la
başlayan ve ardından Thomas Hobbes (1588-1679), Peter Gassendi (1592-1679),
Jacop Böhm (1575-1624), Rene Descartes (1596-1650) ve Benedikt Spinoza (1632-1677)’nun
öğretisiyle devam eden materyalist yükseliş, aynı zamanda siyasi olarak
ateizmin de yükselişi oldu. Aydınlanma çağı ile doruğuna ulaşan bu yükselişin
bir sonraki ara durakları ise Holbach (1723-1789), Helvetius (1715-1771) ve Feuerbach (1804-1872) olmuştu. Bu
filozoflar ya doğrudan ateist olduklarını ilan etmişlerdi ya da deis kalmışlar,
ama ateizmin gelişmesine büyük
katkıda bulunan aydınlanma faaliyetinde bulunmuşlardı.
En
sonunda din ve ateizm konusu, Marx ve Engels’in yaratıcı praxis felsefesi
içinde gerçek açıklığına kavuşmuştu.
3. Materyalizmin devrimci rolü
Tarihte öne çıkan büyük materyalist ve
ateistlerin derin bir hümanizme sahip olmaları, toplumları ilerleten bilimsel
ve düşünsel pratiklerin içinde bulunmaları bir tesadüf değildi. Materyalist
düşünce, kentlerde yaşayan, bilim, ticaret ve siyaset teorisiyle uğraşan
kesimlerin arasından çıkmıştı. Bunlar çoğunlukla ticaretle uğraşan, yabancı
diyarları dolaşmaktan dolayı fikri ve görgüsü artan, doğayı ve bilimi merak
eden, üretimde yer almaları nedeniyle de yeni üretim araçlarının ve
ilişkilerinin gelişmesini önemseyen insanlardı. Nesnel konumları nedeniyle,
bunlar tarihte hep kurulu düzenle, devlet ve toplumsal otoritelerle ve onların
dini öğretileriyle karşı karşıya gelmişlerdi.
Onların önemli bir kısmı bu uğurda yaşamlarını yitirmekle kalmadı, aynı zamanda
ortaya koydukları materyalist ve ateist görüşleri tarihten silinircesine yok
edilmeye çalışılmıştı.
Bu şaşırtıcı değildir; çünkü ateistler
tarihin önemli dönemeçlerinde hep bilimsel ve toplumsal gelişmeden yana
olmuşlar ve ayrıca ezilenle birlikte zalimlerin karşısında yer almışlardır.
Yükselen sınıfların çıkarlarını savunmak, eskiyen dogmalara, kurum ve
yöntemlere karşı çıkmak, doğayı ve toplumları bilimsel gelişmeler ışığında
yeniden ve yeniden keşfetmek, ancak başı dik ve bilim aşkıyla donanmış,
maddenin tekliğine, varlığına ve yüceliğine inanmış cesur insanlarla mümkündü.
Yükselen, değişimden ve gelişmeden yana olan sınıfların, ortaya çıktıkları ilk
anlardan itibaren materyalist felsefeye yönelmeleri bir tesadüf olamazdı; bu
hayatın bir zorunluluğuydu.
Materyalist ve ateist filozofların
yaptıkları teknolojik buluşlar, açıkladıkları bilimsel olgular ve ileri
sürdükleri mantıklı açıklamalar, tarihte hep olumlu rol oynamış ve felsefi ve
ideolojik açıdan ateizmi güçlendirmiştir.
Sanıldığı
gibi din ve Tanrı, salt insan düşüncesinden kaynaklanan bir olgu değildir.
Bunlar insanın üretim sürecinde, toplumsal pratiğinde önemli bir roller
oynamışlardı ve insanoğlunun düşünsel sıçramalarının da tarihsel ifadesi
olmuşlardı.
Ayrıca
din ve Tanrı olgusuna karşı yürütülen tarihsel mücadelesinin etkisi, halkların
devrimci çıkışlarına denk gelen dönemlerde çok etkili olmaktadır.
Devrimci kalkışmalar bir bakıma halkların laikleşmesinin en önemli araçlarıdır.
Ancak bugün de sıklıkla görüldüğü gibi din ve Tanrı olgusunun gerici etkisine
karşı yürütülen aydınlanma faaliyeti, salt broşürlerle, yazı ve açıklamalarla
yapılacak bir şey olamaz. Neredeyse insanlığın tarihiyle özdeş olan din ve
Tanrı fikri zihinlerden, siyasal mücadelelerle olduğu kadar, özellikle uzun
süreli kültürel ve aydınlanma çabasıyla sökülüp atılabilir. Din ve Tanrı
fikrinin tümden yok olması, özgür, her açıdan gelişmiş, baskıdan ve sömürüden
tamamen kurtulmuş, ama doğanın zorunluluklarından da önemli oranda bağımsızlaşmış
bir toplumun kurulmasıyla mümkündür.
Platon, Nomoi X, 899b, Insel Verlag,
Frankfurt, 1991. Tanrıtanımazlığın izini süren Georges Minois„ “Platon’a kadar
ateist olmanın en kötü ihtimalle yanlış yola sapmak ve dolayısıyla devlet
düşmanı olmakla bir anlama geldiğini”, ancak o andan itibaren “ateist olmanın
sadece körlüğün değil, aynı zamanda ve özellikle de düşmanca bir niyetin, adi
bir inancın ifadesi da olduğunu” belirtmekteydi. “Bundan böyle ateizm toplumsal
ve siyasal yaşam için bir tehlikeydi de.” Georges Minois, Geschichte des
Atheismus, Böhlaus Nachfolger, Weimar, 2000, s. 49.
Toprağın üç
parçalı işlenmesi, ekilecek toprakların üçte birinin bir hasat için işlenmesi,
üçte bir bölümünün nadasa bırakılması, son kalan bölümün ise bir yıl içinde
ikinci ürün için boş bırakılması anlamına gelir. Bu yöntem, toprağın en verimli
kullanılabildiği yöntemlerin başında gelir.
F.
Oppenheimer, Devlet, Kaynak
Yayınları, (çev. A. Şenel, Y. Sabuncu), İstanbul, 1984, s. 40, 75, 76 vd.
Devletin
kuruluşundan kısa bir süre önceki dönemde dini ideolojinin sömürü düzenine
etkisi konusunda bkz. Oppenheimer, Age, s.96.
G. Thomson,
Die ersten Philosophen, Berlin, 1961,
s.275.
Peter J. Opitz, Praekonfuzianische Ordnungsspekulation, Chinesisches Altertum und
konfuzianische Klassik, List Ver., München, 1968, s. 17 vd.
“Da-Tong” kavramı, Çinlilerde “gökyüzü
altındaki büyük uyum”u ifade eder ve bu düş Çin’de istisnasız bütün siyaset ve
düşün erbabını etkilemiştir. Sun Yat-sen de sık sık “Da-tong” kavramına
göndermede bulunur, Bkz. Sun Yat-sen,
Halkçılık Üzerine, Haz. Sadık Usta, Kaynak Yay., İstanbul, 2011. Çin’de
önemli bir devlet ve düşün adamı olan K'ang Yu-wei’nin, 19. yüzyılın sonlarında
tasarladığı ütopyanın başlığı da “Ta
T'ung Shu” (Büyük Topluluğun Kitabı )’dur.
Gao Heng, Das von Konfuzius verteidigte Sklavenhalter-System der Westlichen
Dschou-Dynastie, Fremdsp. Lit., Peking, 1975, s. 21/22.
W. Bauer, China und die Hoffnung auf Glück, Dtv, München, 1974, s. 34, 35 vd.
Mo Ti, Solidaritaet und Allgemeine Menschenliebe, Diederichs Ver.,
Düsseldorf, 1975, s. 27/27.
Lao Tse, Tao, Tao-te-king, Knaurs Ver.,
München, 1994, s. 108.
Platon yazılarında Demokrit’in görüşlerini
içeren eserlerini, Tanrısızlığı yaydığı için yakıp yok etmek istediğini
belirtmiştir. Bkz., Diogenes Laertius, Ünlü Filozofların Yaşamları ve
Öğretileri, Çev. Candan Şentuna, YKY, İstanbul, 2002, s. 436.
Stephan F.
Mason, Geschichte der Naturwissenschaft,
Stuttgart, 1961, s. 115.
N. Çağatay,
İslam Öncesi Arap Tarihi,
İlah.Fak.Yay., Ankara, 1982, s. 61 vd.
W.
Bartholt, İslam Medeniyeti Tarihi, Diy.
İş. Baş.Yay., Ankara, 1984, s. 3-19.
Geschichte der Philosophie, Bd. I,
Berlin, 1961, s. 204-205.
H. Ley, Geschichte der Aufklaerung und Atheismus,
Cilt 2/1, VEB Verl, Berlin, 1971, s. 153.
M. Demirci,
Beyt’ül Hikme, İnsan Yay., İstanbul,
1999, s. 17.
W.M.Watt, Der Einfluss d. Islams auf d. europ.
Mittellalter, s.17; R.Garaudy, Sosyalizm
ve İslamiyet, Yön Yay., İstanbul, 1965, 2. baskı, s.11 vd.; A. Bebel, Age. s. 34 vd.; M. Rodinson, Muhammed, Özne Yay., İstanbul, 1998,
s.108 vd.; Gesch. des Sozialismus Bd.1, Ullstein Ver., Frankfurt, 1974, s.53
vd.
Z. Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü,
Ülken Yay., İstanbul, 1997, s. 135.
J. D.
Bernal, Geschichte der Wissenschaft
Bd.1, Rowohlt Ver., Hamburg, 1978, s. 252
Philip K.
Hitti, Arap Tarihinin Mimarları,
Risale Yay., İstanbul, 1995, s.118.
T. J. de
Boer, Gesichte der Philosophie im Islam, Frommanns
Ver., Stuttgart, 1901, s. 42 vd.
İbn-i Sina,
Daneş Name, akt. Geschichte der Philosophie, Bd. I, s. 222/23
Leonardo da
Vinci, Der Denker, Forscher und Poet, Auszüge, aktaran Chrestomathie, Aus
Werken hervorragender Denker vor Marx und Engels, Bd. I, SED
Publikationsabteilung, Berlin, 1983, s. 181.
Age, Chrestomathie s. 185.
Geschichte der Philosophie, Bd. I, s. 277.
Geschichte der Philosophie, s. 277.
F. Engels,
Dialektik der Natur, K. Marx, F. Engels, Seçme Yazılar, Bd. II, Dietz Ver.,
Berlin 1976, s. 53.
Geschichte
der Philosophie, Cilt. 1. Akademie Ver., Berlin, 1960, s. 299.
Geschichte der Philosophie, s. 300.
F. Jürss,
R. Müller, E. G. Schmidt, Die Atomisten,
Philipp Reclam Ver. Leipzig, 1983, s. 16.