10 Mayıs 2016 Salı

SIRA DIŞI İNSANLAR-1 ROBERT OWEN

Robert Owen, 5.000 kişiden oluşan işçi ve ailelerini ikna ederek, bütün malını mülkünü de satarak ve ailesini de yanına alarak Amerika’ya göç etmiş ve İndiana Eyaleti’nde “New Harmony” (Yeni Uyum) adında eşitlikçi bir komün kurmuştu...




Fransız Devrimi’nin fırtınası (1789-1800) Avrupa’yı kasıp kavururken, Amerika’da Bağımsızlık Savaşı (1776-1800) bütün bir kıtayı birbirine katarken, İngiltere’de her şey ağırdan ama derinden ilerliyordu.
Buhar ve dokuma makineleri iktisadi yapıyı değiştirmekle kalmamış aynı zamanda yüz binlerce yoksul köylüyü kentlerin varoşlarına sürüklemişti. Kentler adeta bir suç yuvasıydı. Alkol, fuhuş, kumar ve yankesiciliğin haddi hesabı yoktu.
Anlayacağınız dedektif Sherlock Holmes pek meşguldü.
Bunlar olurken, 14 Mayıs 1771 tarihinde Gal bölgesinin küçük bir kasabasında bir döşemecisinin altıncı çocuğu olarak, Robert Owen dünya gelmişti.
Sıradan bir çocuktu Robert.
4 yaşında okula başladı. 7 yaşında, kendi ifadesiyle “okuma ve yazmayı çözdükten ve matematiğin dört işlemini yapabildikten sonra” eğitimini tamamlamış sayıldı. Ama okuma ve sorgulama hevesi, öğretmeninin dikkatini çekmiş, bu nedenle ona 10 yaşına kadar “yardımcı öğretmenlik” görevi verilmişti.
O artık ne okulun ne baba ocağının ne de kasabasının onun zihinsel açlığını doyuramayacağını görmüştü. Oliver Twist gibi 10 yaşında Londra’ya gitti.
Üç yıl çıraklık yaptı ve sonra da bazı mağazalarda satış elemanı olarak çalıştı.
Okuma alışkanlığından hiç vazgeçmedi. Dönemin ilerici romanlarını ardı ardına okumuştu. Sonra Antikçağ yazarlarını ve özellikle de onlara ait biyografileri bitirmişti.
İngiliz filozofu Francis Bacon, John Locke, Fransız materyalist filozofları Rousseau, Helvetius ve özellikle de ütopik sosyalist Morelly’nin eserleri başucu kitapları olmuştu…
16 yaşında Manchester’a taşınmıştı Robert.
Becerikli bir satış elemanı olarak dikkat çekti. Tanıştığı bir makine ustasıyla birlikte kendi geliştirdikleri dokuma makinelerini üretmeye başladılar…
Henüz 18 yaşında 40 kişilik bir işyerinin patronu olmuştu. Sonra da İngiltere’nin 500 kişi çalıştıran en modern dokuma fabrikasının genel müdürü.
Çalışkanlığı ve zihinsel yetenekleri sayesinde fabrikanın bütün işleri onun yönetimine bırakılmıştı. O da fabrikayı 6 ay içinde Manchester’ın en büyük ve başarılı işyeri haline getirmişti.
İşçilere, o güne kadar duyulmamış haklar tanımış, yüksek ücretler vermişti. Aklı ve bilimsel yöntemleri devreye sokarak üretimi olağanüstü artırmıştı…
DÜŞÜNEN MAKİNE
Felsefenin yanı sıra bilime de çok meraklıydı Robert, buhar makinesini gemilere uyarlayan Robert Fulton’la yakın arkadaş olmuştu. Dönemin en önemli kimyacısı John Dalton’un evinde bilim, din ve toplum üzerine verimli tartışmalara katılıyordu… 
Aralarında ünlü bilim ve düşün adamlarının olduğu “Manchester Edebiyat ve Felsefe Topluluğu”nun saygın üyelerinden biri olmuş ve orada çalışma hayatı ile insan karakteri üzerine birkaç başarılı sunum da yapmıştı. İnsan karakteri, bilim ve üretim üzerine makaleler de kaleme alıyordu. Bilimin toplum hizmetine sunulmasına yönelik vurguları nedeniyle entelektüeller onu “düşünen makine” ya da “insanları kimyayla yaratmayı düşünen filozof”diye nitelendiriyorlardı.
Robert’ın yarattığı başarının sırrı kullandığı teknolojide değil, toplumsal ve felsefi görüşündeydi. Ona göre, “insanoğlu doğuştan ne iyi ne de kötüydü. Toplumsal koşulların bozukluğu insanoğlunu ahlaki ve zihinsel olarak mahvediyordu. Eğer imkân verilirse, onun başaramayacağı güzellik yoktu”.
Artık Robert Owen, siyasi ve felsefi düşüncelerini özgün bir modelde denemek istiyordu. Amacı, koşullarını kendisinin belirlediği bir “yaşam ve üretim merkezi” kurmaktı.
Bunun için ilk fırsat da eline geçmişti…
İskoçya’nın köklü bir ailesine mensup bir fabrikatör ve Glasgow Kraliyet Bankası’nın genel müdürü olan David Dale, Robert Owen’a ortak bir işyeri kurma teklifinde bulunmuştu. Ama bunun için Lanark’a gitmeliydi, çünkü orada iyi çalışmayan bir dokuma fabrikası vardı.
Owen, 1 Ocak 1800 tarihinde, kendi ifadesiyle “Lanark Hükümeti’nin başına geçmişti”. Ama Owen’ın, David Dale’le ilişkisi şirket ortaklığından da öteydi. Owen, Dale’in, Caroline adındaki 19 yaşındaki kızına âşık olmuştu. Kısa bir süre sonra bu aşk evliliğe dönüşecek ve bu evlilikten de her biri bir başka alanda başarı gösterecek 7 çocukları olacaktı.
Kısacası Owen, İngiltere’nin sayılı burjuvalarından birinin damadı olmuştu… 
Lanark Projesi ise “sadece çalışanların değil, bölgede yaşayan bütün insanların hayatlarını değiştirecek ve onlara mutlu olacakları bir hayat sunacaktı”. Halk, “tembellik, yoksulluk, her türden ahlaki bozukluk içinde yaşıyordu. Herkes borçlu, hastalıklı ve sefildi”.
Halkın kurtarılması lazımdı…
İşçiler, düşük ücret karşılığında 15-16 saat çalışmak zorundalardı; bölgenin yetimhanelerinden getirtilen 6-13 yaş arası çocuklar, günde 13 saat karın tokluğuna çalışıyorlardı.
Aileler tek bir göz evde, çamur deryasının içinde, hastalıklarla boğuşarak yaşıyorlardı. Çocuk ve kadın ölümü oranı çok yüksekti.
Söz konusu kötü koşulların yanı sıra fuhuş, kumar, alkol, kavga ve cinayetler de günlük vakalardan sayılırdı. Bilimsel sosyalizmin teorisyenlerinden Engels, sonradan bu koşulları “İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu” başlıklı muhteşem eserinde kaleme alacaktı.
KAPANAN KAPILAR
Bütün bu koşulları değiştirmeyi kafasına koyan Owen’a en büyük direnci ise ne yazık ki işçilerin kendileri gösteriyorlardı. Yılların alışkanlıkları ve geleneklerinden gelen ahlaki yapı ve karakter bozukluğu nedeniyle kimse kimseye güvenmiyordu; kimse kimseden iyilik beklemiyor, yapılan her iyiliğin ardında bir çapanoğlu arıyordu.
12 yıl sonra Owen, deneyimini Yeni Bir Toplum Görüşü (A New View Of Society,
1813) adı altında kaleme almıştı.
Orada her şey ayrıntısıyla not edilmişti:
Fabrikada en gelişmiş teknoloji kullanılmıştı; makinelerin büyük bir kısmı onun icadıydı; yetişkin işçilerin çalışma saatleri 10,5 saate indirilmişti, 1,5 saat de dinleniyorlardı; çocuk işçilerin çalışması yasaklanmıştı; hastalık, kaza ve ihtiyarlık sigortasının ilk adımı olarak bir fon oluşturulmuştu; suç oranlarının azaltılmasını sağlayacak bir dizi idari tedbir alınmıştı; hiçbir işçi hırsızlık yapmıyordu; alkol yasaklanmış; kontroller artırılmış ve herkesin aydınlatılması için eğitim seferberliği başlatılmıştı. Kadınlar için hem okuma yazma hem de meslek kursları düzenlenmişti; çocuklar için kreşler kurulmuştu.
Sorunlar çıktığında polis ve mahkemeler devre dışı bırakılıyor, işçi temsilcilerinden oluşan bir heyet, bütün sorunlara el atıyordu. Tam bir özyönetim söz konusuydu. Din ve kanaat özgürlüğü vardı, ama hiç kimse kendi inancını bir başkasına dayatamazdı. Hiç kimsenin herhangi bir imtiyazı yoktu.
Çalışma güvenliğinin yanı sıra temizlik ve sağlığa çok önem veriyordu.
Fabrikanın yakınına toplu konutlar yaptırılmış ve böylece zaman kaybı da önlenmişti; işçi ailelerinin toplu ve düzenli evlerde yaşamalarını sağlayan konutlar-lojmanlar yaptırılmıştı.
İşçiler Owen’a ancak 6 yıl sonra, o da malzeme eksikliğinden dolayı üretim yapılamayınca ve işçiler birkaç ay evlerinde boş oturdukları halde maaşlarını almaya devam ettiklerinde güvenebilmişlerdi.
Owen’a göre insan karakteri, toplumsal koşulların değiştirilmesiyle biçimlendirilebilirdi. Sömürünün, baskının, sefaletin ve aşağılanmanın olmadığı bir uyum dünyasını kurmak mümkündü. Ama önce koşullar değişecek ve insanlar adım adım biçimlendirileceklerdi. Owen ilk kez bu düzenin adını “sosyalizm” olarak ifade etmişti. Ayrıca ona göre kapitalizm, feodal düzene rahmet okutmuştu. Bu düzende insan sömürülmekle kalmıyor, ahlaki olarak da çöküntü yaşıyordu.
Owen’ın ünü Avrupa’ya ve Amerika’ya yayılmıştı. Londra, Paris, Berlin, New York, Petersburg, Viyana gibi başkentlerde konferanslara davet ediliyordu. Avrupa’nın bilim ve düşün adamlarının yanı sıra Rus Çarı Nikola, Avusturya Prensleri Johann ve Maximilian (bir süre için Meksika Kayzeri), Prusya Kralı, bankerler vs. ardı ardına onu davet ediyor ve ondan bilgi alıyorlardı.
Ama gel gör ki o bir sosyalistti ve bütün bozuklukların kökenini özel mülkiyette görüyordu. Ona göre “özel mülkiyet ortadan kaldırılmadan hastalıkların düzelmesi mümkün değildi”.
Bunu söyleyince de önce saray kapıları sonra da salonlar teker tek kapanmıştı… 
KOMÜN DENEYİMİ
Ama Owen yılmadı. Söz konusu düzenin işleyebileceğini bütün dünyaya göstermek istiyordu…
5.000 kişiden oluşan işçi ve ailelerini ikna ederek, bütün malını mülkünü de satarak ve ailesini de yanına alarak Amerika’ya göç etmiş ve İndiana Eyaleti’nde “New Harmony” (Yeni Uyum) adında eşitlikçi bir komün kurmuştu.
Komünde herkes eşitti. Kimsenin özel mülkiyeti olmayacaktı, herkes yeteneğine göre çalışacak, emekleri kadar da kredi sahibi olacaktı. Onun başkanlığında bir yönetim, danışma usulüyle her şeye karar verecekti. Komünün anayasası vardı ve bu herkese uygulanacaktı.
New Harmony Komününün Tasviri
Ama gel gör ki işler düşünüldüğü gibi gitmemişti. Önce kazıklanmışlar; onlara satılan arazinin dere kenarında değil, çorak bir yerde olduğu saptanmış, sonra da tahmin edemedikleri ve doğadan kaynaklanan başka zorluklarla karşılaşmışlardı. Sorunlar, iç tartışmaları tetiklemiş ve komün kendi içinde tartışmalara boğulmuştu.
Bunun üzerine Owen, 15 yıl sonra komünden ayrılarak yeniden İngiltere’ye dönmüş, geri kalan zamanını, toplumun iyileştirilmesi için düşündüğü projelerini kaleme almakla geçirmişti.
Komün deneyimini sonradan “erken bir girişim” olarak değerlendirecekti…
Ama Komün dağılmadı. Daha da büyüdü ve adeta herkesin ziyaret ettiği bir Kâbe’ye dönüşmüştü. Ünlü bilim adamları, yazarlar ve siyasetçiler komünü ziyaret ederek bilgi almaya ve destek vermeye devam ettiler.
Komünün okulları, matbaası, gazetesi, üretim işlikleri vs. vardı. Amerika’nın ünlü yazarı Emerson, komünün etkisini şöyle anlatıyor: “Amerika’ya gelen her aydının yelek cebinde bir komün projesi vardır.”
Robert Owen’ın oğlu sonradan İndiana Eyaleti’nin valisi oldu.
Komünde yetişen Frances Wright, Amerika’nın kadın hakları hareketinin lideri oldu.
Komünde uygulanan birçok yasa, Amerikan eyaletlerinde uygulamaya sokuldu.
Owen’ın görüşlerinden etkilenen işçi liderleri, İngiltere ve başka ülkelerde sendika ve kooperatifler kurdular, yardım ve grev fonları oluşturdular, makine kırıcılığına (Ludditler) karşı çıkarak çağdaş işçi sınıfı hareketinin oluşturulmasına önayak oldular. Sonra bunu işçi partilerinin kuruluşu takip etti…
Friedrich Engels, Amerika’daki komünleri inceleyen uzun bir makale kaleme aldı ve bunları, sınıfsız bir toplumun kurulabileceğine dair kanıtlar olarak ileri sürdü.
Bu türden girişimler samimiydi, ama başarısızlığa mahkûmlardı ki bunun sonucu 1848 Avrupa devrimlerinde görülmüştü.
Robert Owen, koşullar uygun hale getirildiğinde insanların mutlu olabileceği bir uyum dünyasının kurulacağına dair inancını hiçbir zaman kaybetmedi.
O, 1858 yılında, 87 yaşında hayata gözlerini yumduğunda sosyalist harekete muazzam bir miras bırakmıştı.
Peki yok mu bizde buna benzer düşleri olan? 
Tabii ki var. Ama bu başka bir yazının konusu...

KİTAPLARIM 2



                                       

Bu kitapta, 300 yıldır bilim dünyasının tartıştığı ütopya kavramının sosyal bilimler üzerindeki etkisi ortaya konulmaktadır.
Bu kapsamda Marx, Gramsci, Bloch ve Mannheim gibi büyük teorisyenlerin ütopya kavramına ilgileri, devrim ve ütopya ilişkisi açısından incelenmektedir.
Peki, Türklerin ütopyası olmamış mıydı? Olmaz olur mu?
Türk ütopya yazarları, özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin olduğu toplum modelleri düşlemişler ve bunun mücadelesini vermişler.
Bu kitapta bugüne kadar kütüphane raflarında bekleyen Türk ütopyaları ilk kez Osmanlıcadan günümüz Türkçesine aktarılmıştır.
Kitapta yer alan Türk ütopyaları şunlardır:
Ziya Paşa'nın rüyası
Namık Kemal: Rüya
İsmail Gaspıralı: Darürrahat Müslümanları
Hüseyin Cahit Yalçın: Hayatı Muhayyel
İ. Hakkı Kılıçzade: Pek Uyanık Bir Uyku
Ahmet Ağaoğlu: Serbest İnsanlar Ülkesinde










İnsanoğlu, kahramanlık çağından bu yana baskı, sömürü ve eşitsizliğe karşı özgürlük, eşitlik ve kardeşlik düşlemiştir. Acı, sefalet ve ezilmişlikle birlikte ahlak bozulmuş, güven de kalmamıştır. Mutluluk vaat eden yeni bir toplum ve devlet arayışı, çağlar boyu bütün düşün adamlarının uğraşı olmuştur. İlkçağ ütopyaları, genel anlamda devlet teorisinin ilk metinleri olarak da görülebilir. Thomas More, 1516 yılında ütopya kavramını yazın dünyasında ilk kez kullanırken antikçağ edebiyatından da oldukça yararlanmıştır.
-Tarihin ilk bilimkurgu romanının 1. yüzyılda Adıyamanlı Lukianos tarafından yazıldığını biliyor musunuz?

-Erkeklerin baskı düzenine karşı ayaklanan Atinalı kadınlar, devleti ele geçirince önce hangi yasaları uyguladılar?

-İlk eşiklikçi devlet teorisyeninin Kadıköylü hemşehrimiz Phaleas olduğunu biliyor muydunuz?

-Miletli Hippodamos'un eşitlikçi şehir planının bugün hala mimarlık derslerinde okutulduğunu duymuş muydunuz?

-Anadolu toprakları neden eşitlikçi devlet teorileri konusunda zengin bir coğrafyaydı?

-Ütopyaların hep Batı'dan çıktığını iddia edenler ilk ütopyaların Anadolu topraklarında çıktığını neden es geçiyorlar?
-Olimpiyat yarışlarını başlatan Sparta'nın eşitlikçi bir devlet düzenine sahip olduğunu ve eşitlikçi uygulamalarıyla binlerce yıl boyunca bütün felsefi düşünceleri etkilediğini biliyor musunuz?
-Messeneli bir tanrıtanımaz olan Euhemeros nasıl bir devlet düzeni tasvir etmişti?
-Platon'un Atlantis tasvirinin ne kadarı doğru? Mu Kıtası'yla bir bağlantısı var mıydı?
-Yüzyıllar boyunca ezilenlerin ülküsü haline gelen Güneş Adaları hakkında bilmedikleriniz…
Bu eserde bir araya getirdiğimiz ütopyaları hem keyifle okuyacak hem de heyecanlanarak "İşte bu!" diyeceksiniz. Hesiodos'un, Hippodamos'un, Phaleas'ın, Platon'un, Ksenefon'un, Aristophanes'in, Aristoteles'in, Lukianos'un, Jambulos ve diğerlerinin ütopyaları... Yazar Sadık Usta, Türk Ütopyaları'ndan sonra şimdi de ülkemizde pek bilinmeyen ilkçağın özgün ütopya ve ilk devlet teorilerini dilimize çevirerek inceliyor.
İyi okumalar…





Praksagora:

“Kazıyacağım kökünü çıplak kalmanın, Muhtaç olmanın, Kavganın, Dövüşün, Borçluya gelen haczin…Anlatacağım size nasıl olacağını!

Yeni icatlar gerekiyor, derin anlamları olan! Öyle yeni kurallar gerekli ki bize; Ne yapmaya ne de söylemeye cüret edilmiş olsun, bugüne kadar...

Dinleyin: Gelecekte, her şey, ortak olacak!

Ve her şey herkese ait olacak, Zengin de kalmayacak, yoksulda.
Her şey herkese eşit verilecek, Ve özellikle de yaşam! ”
Bu kitapta sadece günümüzün yaşam tarzına ve içinde bulunduğumuz toplumsal şaşkınlığa yönelik kültürel eleştiriler bulunmuyor, aynı zamanda geleceğe yönelik umudumuzu diri tutan, kötücül cinlere, melun ruhlara kafa tutan ve yaşamlarıyla ve eylemleriyle uygarlığın yeşermesine, insanlığın ilerlemesine katkıda bulunan; bizi insan olarak kendi özgün tarihimizi yaşamaya ikna eden, bize yaşam enerjisi aşılayan dehaların, eylem adamlarının, bilgelerin ve korkusuz kadınların benzersiz yaşamlarını bulacaksınız.
Marie Curie, Marx, Ethem Nejat, Owen, Suat Derviş, Gracchus Kardeşler, İsmail Gaspıralı, Sun Yat-sen, Babeuf…


Masallar sadece çocuklar için yazılmaz, aksine onları en çok yetişkinlerin okuması gerekir; çünkü en çok onların hayallere, fanteziye ve geleceğe dair umuda ihtiyacı var. Masal ve ütopyanın izinde; dört insan... dört coğrafya... dört keşif...

Sadık Usta, bu eserinde ninelerimizden, dedelerimizden dinlediğimiz kadim masalların nasıl ve hangi ihtiyaçtan kaynaklandıklarını ve bunların tarihsel-toplumsal işlevlerinin ne olduğunu, Binbir Gece Masalları’ndan çevirdiği sekiz örnekle masaldan yola çıkarak inceliyor. Antoine Galland’ın Şam’ın egzotik pazarlarında bulduğu Binbir Gece Masalları’nın hikâyesini; Johann von Goethe’nin İtalya’yı dolaşarak masalbilimini nasıl ortaya çıkardığını; ünlü masalbilimci, Profesör Theodor Benfey’in nasıl Avrupa’nın en büyük kütüphanelerinde Hint masallarının elyazmalarını keşfettiğini öğreneceğiz.




Çin bugün bütün dünya tarafından ilgiyle ve gıptayla izlenmektedir... Herkes Çin'i tartışmaktadır...
1 buçuk milyar nüfusa sahip Çin'in günümüzdeki pratiği, hangi açıdan ele alınırsa alınsın, insanlık tarihinde inanılmaz bir etkide bulunacaktır. Şaşırtıcı ama gerçek; Türkiye ile Çin'in son 150 yıllık tarihi şaşırtıcı bir şekilde birbirine benzemektedir. Ancak Çin'in modern tarihi Türkiye'de hemen hemen hiç bilinmemektedir.
Umarız bu kitap, Türkiye'de halkçılık üzerine yapılan tartışmalara bir katkı yapar ve böylece okurlara bir Çin-Türkiye karşılaştırması yapabilmeleri için bir zemin sunar.
Kitaptan bazı konu başlıkları;
Köylü devrimleri... 1911 Cumhuriyet Devrimi... 
Çin Cumhuriyeti'nin kurucusu Sun Yat-sen'in inanılmaz devrimci iradesi... 
Çin'de Halkçılık damarı... 
Üç Halk İlkesi ve Çin'i sosyalizme götüren tarihsel Koumintang-ÇKP ittifakı... 
Lenin'in Çin Devrimi hakkındaki değerlendirmeleri...




Bu kitapta Hilmi Ziya Ülken'in, Samir Amin'in, Sadık Usta'nın ve Hasan Aydın'ın hem birbirinden farklı hem de birbirini bütünleyen dört makalesi yer alıyor.
Ünlü felsefecilerimizden H. Ziya Ülken, "Batı Uygarlığının Temelindeki Doğu" başlıklı makalesinde, Doğu uygarlığının bilimsel atılımlarını inceliyor. Sonra da bu atılımların Batı'yı nasıl ve hangi giriş kanallarından etkilediğini açıklıyor. Ülken'e göre Doğu, Batı'yı 12. yüzyıldan itibaren biçimlendirmiştir.
Ünlü siyaset bilimci Samir Amin ise "Doğu Feodal Devrimi, Özellikleri ve Sınırlılıkları" başlıklı makalesinde, Doğu'nun kültürel devriminin yükseliş ve çöküş nedenlerini incelemektedir. Amin'e göre İslami devrim, Doğu coğrafyasını birleştiren bir siyasi kurumlaşma yarattı. Sonra da Doğu bilimi bu kurumlaşma üzerinden serpilerek gelişti.
Sadık Usta ise "Doğu Rönesansı" başlıklı makalesinde, bilimin önce İran, Hint ve Orta Asya'yı kucakladığını, sonra da Endülüs üzerinden Batı'ya yayılarak dünyalılaştığını belirtiyor. Biliminin Doğu'daki gerileme sürecine de değinen Usta, bu gerilemenin ekonomik, siyasi ve felsefi nedenlerine de değiniyor.
Doç. Dr. Hasan Aydın "Doğu'nun Uygarlık ve Bilim Yıldızı: Bağdat" başlıklı makalesinde, Bağdat'ın, Abbasi Hanedanlığı ile yükselişe geçtiğini ve kentin, Beyt-ül Hikme sayesinde uygarlığa yaptığı büyük katkıya dikkat çekiyor.

9 Mayıs 2016 Pazartesi

FIÇILAR DÜNYASINA BUYURUN...

Kendinizi tükenmiş mi hissediyorsunuz? 

O halde fıçılar dünyasına buyurun...

Diyojen Fıçısında
Geçenlerde, Almanya’nın önemli bir kanser araştırma merkezinde çalışan iki akademisyen arkadaşım, Avrupa’da akademik dünyanın içinde bulunduğu duruma dair korkunç bilgiler verdiler.
Kısaca ifade etmek gerekirse, araştırmacılar neredeyse kölelik koşullarında çalıştırılıyorlarmış. Çalışma koşullarının ağırlığı, aşırı iş yükü ve beklenti, strese neden olan çalışma temposu, mobbing ve benzeri durumlar…
Kuşkusuz bu durum sadece akademisyenlerin karşı karşıya oldukları bir durum değil. Özellikle de insanlarla ilgili çalışma alanlarında veya sağlık, eğitim, bankacılık, finans sektörü gibi ekip çalışmalarının söz konusu olduğu sektörlerde çok yoğun görülen bir durumdur bu.
Peki, bunun insanlar üzerindeki etkisi nasıl ortaya çıkmış? Bir tür hastalık, İngilizcesi de var artık: “Burnout Case.” Türkçesi Tükenmişlik Sendromu.
Hastalık esas olarak 90’lı yıllarda saptanmış, bir tür modern toplum hastalığı; “kapitalizm hastalığı” demek daha doğru. Çalışma hayatındaki vahşilik, fiziksel, ruhsal ve zihinsel tükenmişliğe neden oluyor.
Çalışma koşullarının sonuçları Avrupa’da öylesine yıkıcı olmuş ki “Avrupa Çalışma Ortamı Güvenliği ve Sağlığını Koruma Ajansı”nın verilerine göre hastalığın tedavisi için 20 milyar Avro harcanıyormuş.
Birçoğumuz 90’lı yılların kült filmi Matrix’i biliriz. Benim açımdan o filmin en cazip tarafı, insan, toplum ve makinalar dünyasının iç içe geçmişliğini anlatan diyaloglarıdır.
İnsanlar yaşadıklarını sansınlar diye, bir kozanın içinde yediriliyor, içiriliyor, eğlendiriliyor ve toplumsal statüye kavuşturuluyor.
Ama bunların hiçbiri gerçek değil. Sanal bir dünya…
Tükenmişlik Sendromu; tükenmişlik, bitkinlik, cinsel isteksizlik, çaresizlik, atalet, keyifsizlik, karamsarlık, amaçsızlık, moda deyimle empati yoksunluğu, aşağılık kompleksi, başarısızlık korkusuna bağlı nevroz ve davranış bozuklukları.
Yaygınlaşan hastalık topluma da ağır bir fatura çıkarıyor.
Hastalığın boyutu anlaşılmasın diye, şirketler kendi bünyelerinde sağlık birimleri de kurmuşlar…
Semptom en çok sağlık, eğitim, banka ve finans sektöründe görülüyormuş. Ama çalışma hayatının her alanı bundan mustaripmiş.
Tabii bunları duyunca da aklımıza yolcularıyla birlikte uçağı dağa çarpan pilot, onlarca hastasını öldüren hasta bakıcılar ve seri katiller gelmiyor değil.
YABANCILAŞMA
Bu hastalık yeni bir vaka gibi duruyor ama çalışma hayatının ve tüketim budalalığının sonuçlarını öngören ve buna dikkat çeken filozof ve düşünürler de olmuş.
Aslında bu hastalığın adı yabancılaşmadır. Buna dair sarsıcı düşünceleri daha öncedenRousseau, Hegel ve Marx dile getirmişti. Fransız filozofu Rousseau, uygarlıkla birlikte insanoğlunun kendisine yabancılaştığını saptıyor ve bunun nedenini de mevcut toplumların üretim ve tüketim felsefesinde görüyordu. Güya özgürsünüz ama aslında zincirlere bağlı kölelersiniz!
Hegel ise yabancılaşmayı olağan bir durum sayıyordu. Ona göre insanoğlu, yabancılaşmanın en uç noktasında (zorunluluğun kavranması) özgürleşecekti.
Marx ise yabancılaşmayı, kapitalist toplumun doğal bir sonucu olarak görüyor ve bundan kurtuluşu da “zorunlu emeğin olmadığı toplumsallaşmış mülkiyette” düşünüyordu. “Emekçiler, üretirken hem ürüne, işine, topluma, doğaya ve hem de kendisine yabancılaşarak” hayvanlaşmaktadır.
Yabancılaşma sendromu felsefenin hep konusu olagelmiştir.
Örneğin bundan 2500 yıl önce Sinoplu Diyojen, buna dair görüşlerini hocasından,Leukippos’tan almış ve çareler düşünmüş.
Sinik (köpeksi) felsefeye göre insanoğlu, tüketim hastalığıyla hem kendisini hem de doğayı mahvetmektedir. Sözüm ona uygarlaşarak mutlu olduğunu düşünen insanoğlu, kendisine dayatılan (kanımca kökeni insanın sömürülmesinde yatan) üretim ve tüketim bozukluğu nedeniyle mutsuzluğun dibini boylamaktadır.
Etrafımıza bakınca da bunu görürüz: Mutluluk görüntüsünün ardında derin bir mutsuzluk yaşanmaktadır.
Çocuğun birini avucuyla su içerken görünce, "demek ki tasa da gerek yok" demiş Diyojen.
Rivayete göre onu bir şeyler çiziktirirken gören Büyük İskender, "Bir emrin var mı?" diye sormuş, o da "Meşgulüm, gölge etme başka ihsan istemez" demiş!
Diyojen çareyi fıçılar dünyasında görmüş. Mal-mülk peşinde koşmadan, günlük üretip tükettiğimizde, kimseye muhtaç kalmazmışız. Herkes fıçılar içinde yaşarsa mutlu da olabilirmişiz…
Yunus Emre de mal-mülk hırsını kınamamış mıydı?
“Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan.”
Yabancılaşmanın, mal ve mülk hırsının olmadığı bir düş!
Peki, var mı bunu deneyen? Var, ama o da başka bir yazıya…