8 Ocak 2019 Salı

HIZ, HAYATIMIZI NASIL ETKİLİYOR? YAPAYLAŞAN VE MUTASYONA UĞRAYAN İNSAN





İnsan İlişkileri Neden Yapaylaşıyor?
Birçoğumuz enflasyonun ekonomik açıdan ne olduğunu biliriz, ama bunun etik değerlerimize ve insan ilişkilerimize nasıl yansıdığını pek düşünmeyiz.
Önce enflasyon nedir? Latince kökenden gelen bu terim, kabarmak (balon yapmak) demektir. İktisatçının dilinde ise bu, pahalılık ve satın alma gücünün düşmesi demektir.
Peki bunun insan ilişkileriyle ne ilişkisi var?
Enflasyon üretimi yapılan malın değerlenmesi ama buna karşılık insanın sahip olduğu paranın değer kaybetmesi demektir. Bir bakıma başkasının ürettiği malın değeri yükselmekte, bizim sahip olduğumuzun değeri ise düşmektedir. Karışımızdaki insan değerlenirken biz değersizleşiyoruz. Bunu şimdi bir kenara not edelim ve devam edelim.
Enflasyon aynı zamanda, mevcut para değer kaybettiği için, ama pazarda sıkıntı çekilmemesi için devletin onun miktarını artırması demektir. Yani enflasyon aynı zamanda değersizleşirken paranın çoğalması da demektir. Bir düşünün, bir milyonumuz var ama onunla tuvalete bile gidemiyoruz. Bunu da şimdilik bir yere not edelim ve devam edelim.
Enflasyonun en önemli göstergelerinden biri de paranın (tabii ki değer kaybetmesinden dolayı) sirkülasyonunun artmasıdır. Yani eskiden aldığınız maaşla hem ay sonunu getirebiliyor hem de birazını yastık altında saklayabiliyorken, enflasyonla birlikte yeni maaşınızla ayın sonunu getiremiyorsunuz. Yani elinizdeki para çok hızlı bir şekilde piyasada buharlaşıyor. Kısacası paranın sirkülasyonu baş döndürücü bir hızla artarak devam ediyor. Değersizleştiği için paranız hızla tükeniyor, yani el değiştiriyor. Size yeniden dönmesi de bir o kadar hızda oluyor. Eskiden beş bin lirayı ancak bir senede kazanabilirken şimdi onu iki ayda kazanıyorsunuz. Yani beş bin lira, yılda bir kez sirküle olurken şimdi bu hız iki aya düştü. Yani para değersizleşirken el değiştirme hızını da günden güne artırıyor. Eskiden bin lirayla bir yıl boyunca bol bol geçinebilirken şimdi beş bin lira ancak iki aya dayanabiliyor. Dolayısıyla sürekli "ah, şu eski günler" deyip duruyoruz.
Şimdi esas konumuza, yani başlıktaki soruna gelelim.
İnsanlık tarihinin en eski metinleri (Sümerlerin, Kadim Hintlilerin, Çinlilerin ve Mısırlıların) insanın ahlaki olarak sürekli bozulduğunu, o eski adil, hakkaniyetli, güvenilir, dost, yardımsever, iyiliksever, sevecen, tok gözlü, ilkeli insanın kalmadığını vurgulayıp dururlar. Buradan da yeni kuralların gelmesi gerektiğini söylerler. Dinlerin ortaya çıkmasının sebebi budur. Felsefenin ortaya çıkışının nedeni de esas olarak budur.
En eski felsefi metinler özellikle iki unsura ele atarlar. Bunlardan biri varlık sebebimizi anlamak ve kavramaksa diğeri ise toplumsal bozulmayı önleyecek ahlaki ilkelerimizin nasıl olması gerektiğine yöneliktir. İnsan, güneşin neden hep doğudan doğduğunu, yağmurun neden yağdığını merak ederken, aynı zamanda insanın neden yozlaştığına, kuralların neden bozulduğuna da kafa yormuş ve buna çareler üretmiştir.
Felsefe, insanın yozlaşmasının nedenini ahlaki çöküntüde görmüş ve buna ilişkin düsturlar geliştirmiştir. Felsefeye göre insan doymak bilmez olduğu için bozulmaktadır. Bu kısmen doğrudur, çünkü bunun nedeni daha derinde yatar. İnsan sadece iradesinin dışında cereyan eden toplumsal kuralların bir esiridir. Peygamberlerse bu sorunu Tanrıdan aldıkları vahiy ile çözmeyi vaat etmişlerdir. İnsanın yozlaşmasının, toplumların bozulmasının, “insanın birbirinin kurdu” olmasının nedenini felsefe bir türlü anlayamamıştır. Ne zamana kadar? En geç 19. yüzyıla kadar. Ta ki birileri bu bozulmanın nedeninin enflasyon olduğunu söyleyene kadar. Bu işin şakası, bunu söyleyen olmamıştır, ama bu bozulmanın nedeninin ekonomik ilişkilerden, yani üretim ve bölüşüm ilişkilerinden kaynaklandığını söylemişlerdir. Thomas More, Meslier, Babeuf, Robespierre, Sismondi, Weitling, Owen ve nihayetinde Marx, bunun nedenini ekonomik ilişkilerde, yani üretim ve bölüşüm ilişkilerinde görmüşlerdir.
Bu yazıyla basit bir sömürü sömürülen eleştirisini tekrar etmeyeceğiz. Kanımızca içinde bulunduğumuz durumun esas nedeni daha da derinde yatmaktadır.

Fazla Mal, Hızlı Değişim, Baş Döndürücü Tüketim
Yeniden başa dönersek… İktisadi bir kavram olan enflasyon, günlük dilde şişme, kabarma, balon yapma demektir. Etkisini ise ekonomik hayatta paranın miktarının aşırı çoğalmasında, banknotların hacminin büyümesinde, hızla elden ele dolaşmasında ve bir bakıma onun hayalete dönüşmesinde; yani varlığı hissedilen ama bir türlü bir yerde sebat etmemesinde görürüz. Kısacası enflasyonla birlikte paranın aşırı miktarda çoğaldığını ama aynı şekilde değersizleştiğini de görürüz. Bugün elimizdeki banknotların sıfırları buna işarettir. İnsanlar eskiden enflasyonu, altın ve gümüş sikkelere katılan bakırın miktarında veya sikkelerin hileyle hafifletilmesinde hissederdi. Krallar altın ve gümüş sikkelere bakır karıştırırdı veya gramajını düşürürdü. Bugünlerde sıklıkla düğünlerde takılan altınların sahte çıktığına dair haberler okuruz. Eskiden en küçük altın çeyrek altındı, şimdi birçok insan düğünlerde 1 gram altın takmaya başlamış. Bu da enflasyona bir işarettir. Halkın alım gücü azaldıkça, taktığı altının miktarı da azalmaktadır (bunu insan ilişkilerindeki değersizleşme olarak da okuyabiliriz).
Enflasyon sonuçta malın bolluğu, ama alım gücünün zayıflaması demektir. Bu durum insan ilişkilerini hem dolaylı hem de doğrudan etkiler. Daha doğrusu insanların birbiriyle olan ilişkisinin karakteri (toplumsal yaşam, kültür-sanat hayatı, bilim, yönetim, eğitim ve doğrudan insani ilişkileri) üretimin nasıl yapıldığıyla, üretilen ürünün nasıl değiş-tokuş edildiğiyle ve bu ürünlerin nasıl ve hangi hızda tüketildiğiyle doğrudan bağlantılıdır.
Çok çok eskiden insanlar esas olarak tüketebilecekleri kadar üretir ve sonra da ihtiyacından biraz arta kalanını, başkasının ürettikleriyle doğrudan takas ederlerdi. İnsanlar bu takas sürecinde buluşur, görüşür, bilgi alış verişinde bulunur, yeni havadisleri paylaşır, hal hatır sorar, dertleşir ve akşam olunca da evine dönerdi. Üretilen malın kalitesi ve miktarı bilinirdi, pazardaki takas edilme yöntemi de açık ve doğrudandı. Takas edilme sürecindeki insan ilişkisi oldukça şeffaftı. Yalan, iki yüzlülük, dalavere de olurdu ama hemen açığa çıkardı.
İnsanların ufku üretim yaptığı köyle ve muhtemelen haftada bir kurulan pazar “beldesiyle” sınırlıydı. Karşı dağın ardını çok az insan görebiliyordu ki bunlar da esas olarak ya yönetici kesimdendi ya da din adamı veya maceraperestlerdi. Dolayısıyla toplumsal değişim de oldukça ağır seyrediyordu. Kurumlar, yargı usulleri, yönetim işleri, ahlaki normlar, insan ilişkilerindeki davranış yöntemleri vb. oldukça basit, öngörülebilir ve çerçevesi kalın hatlarla belirlenmişti. Değişmeyen bu ilişkiler zaman zaman sıkıntı yaratırdı ama sıradan insana rahatlık (huzur) ve güvence de sağlardı.
Dolayısıyla biraz basitleştirmek kaydıyla, insan ilişkilerindeki değişikliklerin temel dinamiğini pazardaki alış veriş yöntemi ve tarzı belirlemekteydi. Haftada bir kurulan pazardaki alış veriş sürecindeki görüşmeler, fikir alış verişi, yöntemlerdeki yeniliklerin takas edilmesi, yeni bulunan madenler, geliştirilen yeni aletler ve teknikler vs. hızla günlük hayatta uygulanıyor ve böylece değişimin hızı da nispeten artmış oluyordu. Pazarların haftada bir kurulmasını tesadüfler değil, ihtiyaçlar belirliyordu. İhtiyaçların çoğalmasıyla, yani üretimin artması ve yoğunlaşmasıyla pazarların sayısı da artmış, çapı büyümüştü. İlk dönemlerde sadece ihtiyaçları karşılamak için kurulan pazarlar, zamanla sermaye biriktirmenin, kâra kâr katmanın, kısacası vurgun vurmanın arenası haline gelmişti.
Pazarlar, insanların  ihtiyacını karşılamak için buluştukları yer olmaktan çıkmış, büyük üreticilerin, sadece büyük kârlar elde etmek için başkalarını çalıştıran tüccarların, simsarların denetimine geçmişti. Pazarın karakteri bütünüyle değişmeye yüz tutmuştu. Zamanla pazarlar sadece büyük toptancıların buluşma noktası haline gelecekti. Bugün artık bu iş borsada ve internet üzerinden yapılmaktadır.
Pazarın karakterinin değişmesiyle birlikte, yani insanların pazardan çekilmesiyle birlikte karşılıklı ilişkileri de günden güne azalmış ve yok denecek noktaya gelmiştir.
Eskiden hayat basitti, şeffaftı, kurallarsa katı ve kalın hatlarla çizilmişti. Zamanla hayat karmaşıklaştı, ilişkiler daha bir girift hale geldi. Kurallar incelmişti insan da “medenileşmişti”. Bunu şuna benzetebiliriz. Eskiden köy evlerinin kapı ve pencereleri en sağlam ve dayanıklı ahşaptan yapılırdı, ama görünümü basitti ve oldukça kabaydı. Bugün evlerimizin kapı ve pencereleri oldukça ince işlenmiş, göz kamaştıran cilalarla kaplı, karmaşık düzeneklerle donatılmış ama en basit bir darbede dağılıp giden malzemeden üretilmiştir. Eskiden ilişkiler basitti, kurallar katıydı, değişim de oldukça yavaştı ama ilişkinin bir ağırlığı ve değeri vardı. Bir söz namus demekti ve ölmek için yeterliydi. Bugünse kurallar uçucu, sözlerinse hiçbir kıymeti yok; ilişkilerse maskeli ve aldatıcı.
Şimdi yeniden enflasyon ve pazar metaforuna dönersek: ezelden beri insan ilişkilerinin dinamizmini, yani değişme hızını ve kalitesini malın üretim hızı, malın değiş tokuş hızı ve malın tüketim hızı belirlemektedir. Malın ancak ihtiyaca göre üretildiği, değiş tokuşun doğrudan yapıldığı ve kanaatkar yaşayarak ihtiyacından fazlasını tüketmeme tutumunun belirlediği alışkanlıkların yerini şimdi malların ne kadar ve nasıl üretildiğini bilmediğimiz, onların nasıl değiş tokuş edildiğini bilmediğimiz ve nasıl tüketildiğini de bilmediğimiz bir yaşam tarzı almıştır.
Her şey baş döndürücü bir hızla üretiliyor, değiş tokuş ediliyor ve tüketiliyor. Dolayısıyla her şeyde bir bolluk var ama hiçbir şeyin tadı tuzu yok. Peki bütün bunun sorumlusu kim veya ne?

Mutasyona Uğrayan İnsan!
İnsanın insan tarafından sömürülmesinin zirvesini şu anda içinde bulunduğumuz kapitalizm dönemi oluşturmaktadır. Sermaye sürekli büyümek ve çoğalmak (birikmek, yoğunlaşmak) için insana bin bir çeşit olanaklar yaratır; insanın aklına bin bir çeşit yöntem ve araç getirir. Kurnazlık, hile, üçkağıt, madrabazlık vs. gibi yöntemler istisna oluşturur. Kapitalizmin başvurduğu yöntem ve araçlar esasta akla, işlevselliğe ve rasyonelliğe dayanır. Aksi takdirde ömrünü bu kadar uzun bir süre devam ettirmesi imkansız olurdu.
Örneğin kapitalist üretim sürecinde “değer” birbirinden farklı kılık ve biçimlere bürünerek varlığını devam ettirmektedir. İnsan emeğinin somut bir ifadesi olan “değer”, üretim, pazar ve tüketim sürecinde karşımıza önce “sermaye”, sonra “mal”, “kâr”, “faiz”, “rant”, “ücret” ve en sonunda da “para” olarak çıkmaktadır. Bu kavramlar her zaman özdeş olmamakla birlikte, en son tahlilde özdeş hale gelirler. Dolayısıyla paranın değer kaybı, yani enflasyon, aslında emeğin değersizleşmesidir. Olaya sadece insanın yarattığı emeğin değersizleşmesi olarak bakmayalım, aslında değeri kaybolan emekçinin/insanın ta kendisidir. Emeğin değersizleşmesi, sadece işçinin/emekçinin aldığı ücretin değer kaybetmesi değildir; emekçinin ürününe ve kendine yabancılaşması da değildir, çünkü o ezelden beri vardır; aslında değersizleşen şey insanın yarattığı HER ŞEYDİR: KÜLTÜR, SANAT, HUKUK, DEVLET ORGANLARI, TOPLUMSAL KURUMLAR, MAKAMLAR, İTİBARLAR, SİYASET MAKAMI, PARTİLER, AHLAK NORMLARI VE İNSANİ İLİŞKİLER…
Bunların hepsi kapitalist düzenin gözle görülen ve işlevsel olan kurum ve ilişkileridir. Eğer kapitalizmi bir canlı bedene benzetirsek, değersizleşen (hastalanan ve çürüyen) şeyin aslında bedeni meydana getiren organ ve canlı dokunun ta kendisi olduğunu görebiliriz.
Aslında gelmek istediğimiz esas yer tam da burasıdır: artık insanoğlunun ürettiği hiçbiri şey uzun erimli olamamaktadır. Şeylerin tüketim (kullanım) tarihinin kısalmasıyla, içerdiği değerin miktarı da azaltılmıştır. Piyasada bollaşan paranın değeri enflasyonla, yani onun el değiştirme hızıyla birlikte onu yaratan emekçinin ürettiği her şeyi değersizleştirmiştir.
Baş döndürücü bir hızda devir atan üretim-değiş-tokuş ve tüketim süreci, toplumsala ait olan her şeyin ömrünü kısaltmaktadır. Bu eşyanın tabiatında vardır. Tüketimin hızı, daima yeniliği kışkırttığı gibi, yeni olanı da (ihtiyaç olsun olmasın) kitlelerin nezdinde arzulanır hale getirmektedir. Medya, eğitim, sosyal medya, ahlaki ilkeler, reklam teknikleri, yaşam tarzlarının manipülasyonu vs. bu durumun yaratılmasını kolaylaştırmaktadır. Böylece sanat, siyaset, edebiyat, kurum ve ilişkiler de sürekli yeniyi temsil etmek zorunda kalmaktadırlar. Yeniye yönelik dayanılmaz arzu, her şeyi anında eskitmektedir. Bu arzunun gerçekleşme hızını, muazzam bir hızla üretilen, dağıtılan ve tüketilen ürünün yarattığı imaj belirlemektedir. Kuşkusuz bu yapay arzu, eskinin her zaman yeni olandan daha iyi olduğu anlamına gelmez. Neticede herhangi bir yenilik gerekli olabilir, ancak bu gerekli olan yeninin de kısa bir süre sonra buharlaşarak yerini bir başka yeniye terk edeceği kesindir. Herkesin 15 dakikalığına da olsa meşhur olmasının sebebi işte bu üretim ve tüketim hızının dayanılmaz sirkülasyonudur.
Sadece günlük hayattaki ilişkilerimiz değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve bilimsel başarılarımızın da ömrü kısalmıştır. Yaratılan değerler (cumhuriyetçilik, sosyal dayanışma, adalet, hakkaniyet vb. kavramlar) gibi kazanılan mevzilerin de ömrü, sermayenin yoğunlaşma hızıyla, yani üretilen malın tüketim hızıyla eşgüdüm içindedir. İlerleyen yıllarda kazanılan mevzileri uzun süreli koruma çabası daha da zorlaşacaktır. Dikkat çekmek istediğimiz esas nokta budur.
İnsanlığın yarattığı toplumsal ilişkiler ilk kez bu derece bozulmaya yüz tutmuştur. Çünkü toplumsal ilişkilerde ciddi bir mutasyon söz konusudur. Matrix filmini bilmeyenimiz yoktur. Film, bozulan veya tersine dönmüş insan-makine ilişkisini anlatır. Sermayenin kapitalizmle, daha doğrusu sermayenin insanla olan ilişkisi de aynı durumdadır. Normal yaşamda sermayeye hükmeden insandır (kapitalist). Ancak iş artık tersine dönmüş, sermaye yoğunlaşmak (birikmek ve çoğalmak) için üretim-tüketim hızını olağan üstü artırmak zorunda kalmış ve sürekli yoğunlaşmaya kodlandığı için de kapitalist bireyi hizmetçisi haline getirmiştir.
Sermaye insan olmadan hiçbir şeydir, ancak o insanı, onun zaafını (hükmetme, imkansızı başarma, yenilik icat etme, olmayanı yaratma ve başarılı olma hırsını) kullanarak, yani onu kendi amacı için maniple ederek kendi varlığını kuşaklar boyunca güvence altına almıştır. Burada yeni bir durumla karşı karşıyayız. Canlı ile cansız madde bir ittifak halinde kaynaşmış ve iç içe geçmiştir. Akılla, denetimsizlik, düzenle, kaos, gereklilikle yapaylık; ilk kez bu derecede yoğun bir şekilde iç içe geçmiştir. Daha doğrusu binlerce yıldır varlık gösteren bu organizma (sömürüye dayanan hakimiyet ilişkisi) artık kontrol edilemez bir noktada bulunmaktadır. Çünkü içinde bulunduğumuz üretim ve tüketim ilişkileri ağı en mantıklı olanımızı bile cenderesine almıştır.
Diyelim ki eskiden belli miktardaki bir sermaye, yüz kat artabilmek/yoğunlaşabilmek için yüz yıl çalıştırılıyorken bu süre şimdi on yıla indi. Eskiden üretilen bir ürün insanlığın yüzde ellisine elli yılda ulaşıyorken, bugün bu süre birkaç yıla indi. Eskiden imparatorluklar ve güçlü devletler ömürlerini birkaç asır boyunca devam ettirebiliyorken, bugün bu süreç birkaç on yıla inmiştir. Aynı durum bilim, sanat, kültür, edebiyat, siyaset ve teori alanında da görülmektedir. Ürünlerin tüketim hızı (aslında bu yaşam döngümüzün hızıdır) hayatın her alanını etkisi altına almıştır. Hız ve hızın yarattığı zorlama, denetlenemez bir boyut kazanmıştır. Ölümcül hızla birlikte tüketimin genleşmesi, yoğunlaşması ve yaygınlaşması artık toplumda kendi içinde çökmelere neden olmakta; yayıldığı alanları tüketerek bir bakıma yaşayan her şeyin canını alarak onları zombileştirmektedir. Nasıl ki rekabetin ve pazardaki değiş tokuş hızının sonucunda içten içe kaynayan ve zamanla sınırlarını patlatan ilk toplumlar, denetleyemedikleri bir hızın etkisiyle ortadan kalkmışlarsa, içinde bulunduğumuz toplumlar da denetleyemedikleri üretim-tüketim hızı nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıdırlar. Hatta artık yavaş yavaş yok olmaktadırlar.
Son günlerin en önemli haberlerinden biri şuydu: Bilgisayar şirketi Apple, dünyanın en büyük ve en zengin şirketi haline gelmiştir. Değeri tam bir trilyon dolardır. Onu bir internet satış ağı olan Amazon ve yine onu bir internet şirketi olan Google takip etmektedir. Artık enerji devleri, bankalar, otomobil ve inşaat şirketleri sıralamanın çok çok altlarında yer almaktadırlar. İnternette yaptığımız her işlem, Google’ın, Facebook’un vb. reklam kârlarına yeni kârlar katmaktadır. Üretimin, pazarlama ve tüketimin hızı, gerçek (rasyonel) üretim yapan şirketleri iktisadi hayatın dışına sürüklemektedir. Bir bakıma elle tutulan, gözle görülen, somut varlıklar değer kaybederken, görünmeyen, sanal ortamda varlık gösterenlerse aşırı değerlenmektedir. Değerlenenlerse geri tepme yoluyla gerçek hayatımızı sanal hale getirerek bizleri yapaylaştırmaktadır.
Son yıllarda dikkat çeken bir başka gelişmeyse, toplumsal ayaklanmaların, isyanların ve kitle hareketlerinin anlık patlamalar şeklinde ortaya çıkmalarıdır.
Üretim-dağıtım ve tüketim hızının toplumsal hareketleri etkilememesi olanaksızdır. Kitlesel patlamalar artık daha ilkesiz, daha az ömürlü ve daha az örgütlü hale gelmişlerdir. İnsan psikolojisinin irrasyonelliği ve kitle hareketlerinin uğradığı mutasyon, yeni bulgular temelinde (bilimsel, felsefi, teknolojik açıdan) incelenmeli ve değerlendirilmelidir. Bütünlüklü bir düşünsel yönelime ihtiyaç olduğu çok açıktır.
İklimlerin temelde uğradığı değişiklik, mevsimleri de iç içe geçirmiştir. Aşırı sıcaklar, aşırı yağışlar, aşırı soğuklar gelip geçici değilse, o zaman içinde yaşadığımız kentlerin örgütlenmesini (konutların yapısı, caddeler, sokaklar, dereler, kanalizasyon sistemi, çöpler, parklar, ısınma ve enerji tüketimi vs.) yeniden temelden düşünmek gerekir. Sadece kentlerin ve konutların yapısını değil, aynı zamanda ulaşım yöntemini, tarım ve hayvancılığı, tatil anlayışını, doğanın mevcut yapısını (göller, dereler, ırmaklar, yaylalar, kıyılar, ekilebilir araziler vb.) yeniden düşünmek gerekir. Teknolojinin imkanlarıyla kentleri betonlaştırabildiğimizi kanıtladık, ama aynı zamanda derelerin, su kanallarının, kanalizasyon sistemlerinin çok kısa bir süre içinde iflas ettiğini de göstermiş olduk.
Yeniden toparlarsak, sermayenin yoğunlaşmasının zorunlu bir sonucu olan üretim-pazar-tüketim humması (aşırı ısınma) bütün ilişkiler gibi kazanımlarımızı da kısa ömürlü hale getirmektedir.
Aydınlanma ve modernleşme dönemlerinin (birkaç kuşaklık dönem) hemen ardından baş gösteren gerici dalga, barbarlaşma ve canavarlaşma belirtileri insan iradesinin dışındaki olgulardır. Bunun temel nedeni, üretim ve tüketim hızının yarattığı insan ilişkisinin karakteridir. İnsan bu ilişkiler ağında çaresizdir, mutasyona uğramış ve esir alınmıştır.
Sanırız teorik anlamda bu süreç iki aşamada yavaşlatılabilir veya kırılabilir.
Sermayenin üretim sürecini yeniden düzenleyerek, yani üretimi ihtiyaca uygun hale getirerek, ama aynı zamanda tüketim hızını kamçılayan alışkanlıklarımızı kökten değiştirerek. Aksi takdirde insanlık daha büyük felaketlerle karşı karşıya kalacaktır.


Hiç yorum yok: