İnsan İlişkileri Neden
Yapaylaşıyor?
Birçoğumuz
enflasyonun ekonomik açıdan ne olduğunu biliriz, ama bunun etik değerlerimize
ve insan ilişkilerimize nasıl yansıdığını pek düşünmeyiz.
Önce enflasyon
nedir? Latince kökenden gelen bu terim, kabarmak (balon yapmak) demektir.
İktisatçının dilinde ise bu, pahalılık ve satın alma gücünün düşmesi demektir.
Peki bunun insan
ilişkileriyle ne ilişkisi var?
Enflasyon üretimi
yapılan malın değerlenmesi ama buna karşılık insanın sahip olduğu paranın değer
kaybetmesi demektir. Bir bakıma başkasının ürettiği malın değeri yükselmekte,
bizim sahip olduğumuzun değeri ise düşmektedir. Karışımızdaki insan
değerlenirken biz değersizleşiyoruz. Bunu şimdi bir kenara not edelim ve devam
edelim.
Enflasyon aynı
zamanda, mevcut para değer kaybettiği için, ama pazarda sıkıntı çekilmemesi
için devletin onun miktarını artırması demektir. Yani enflasyon aynı zamanda
değersizleşirken paranın çoğalması da
demektir. Bir düşünün, bir milyonumuz var ama onunla tuvalete bile gidemiyoruz.
Bunu da şimdilik bir yere not edelim ve devam edelim.
Enflasyonun en
önemli göstergelerinden biri de paranın (tabii ki değer kaybetmesinden dolayı)
sirkülasyonunun artmasıdır. Yani eskiden aldığınız maaşla hem ay sonunu
getirebiliyor hem de birazını yastık altında saklayabiliyorken, enflasyonla
birlikte yeni maaşınızla ayın sonunu getiremiyorsunuz. Yani elinizdeki para çok
hızlı bir şekilde piyasada buharlaşıyor. Kısacası paranın sirkülasyonu baş
döndürücü bir hızla artarak devam ediyor. Değersizleştiği için paranız hızla
tükeniyor, yani el değiştiriyor. Size yeniden dönmesi de bir o kadar hızda
oluyor. Eskiden beş bin lirayı ancak bir senede kazanabilirken şimdi onu iki
ayda kazanıyorsunuz. Yani beş bin lira, yılda bir kez sirküle olurken şimdi bu
hız iki aya düştü. Yani para değersizleşirken el değiştirme hızını da günden
güne artırıyor. Eskiden bin lirayla bir yıl boyunca bol bol geçinebilirken
şimdi beş bin lira ancak iki aya dayanabiliyor. Dolayısıyla sürekli "ah,
şu eski günler" deyip duruyoruz.
Şimdi esas
konumuza, yani başlıktaki soruna gelelim.
İnsanlık tarihinin
en eski metinleri (Sümerlerin, Kadim Hintlilerin, Çinlilerin ve Mısırlıların)
insanın ahlaki olarak sürekli bozulduğunu, o eski adil, hakkaniyetli,
güvenilir, dost, yardımsever, iyiliksever, sevecen, tok gözlü, ilkeli insanın
kalmadığını vurgulayıp dururlar. Buradan da yeni kuralların gelmesi gerektiğini
söylerler. Dinlerin ortaya çıkmasının sebebi budur. Felsefenin ortaya çıkışının
nedeni de esas olarak budur.
En eski felsefi
metinler özellikle iki unsura ele atarlar. Bunlardan biri varlık sebebimizi
anlamak ve kavramaksa diğeri ise toplumsal bozulmayı önleyecek ahlaki
ilkelerimizin nasıl olması gerektiğine yöneliktir. İnsan, güneşin neden hep
doğudan doğduğunu, yağmurun neden yağdığını merak ederken, aynı zamanda insanın
neden yozlaştığına, kuralların neden bozulduğuna da kafa yormuş ve buna çareler
üretmiştir.
Felsefe, insanın
yozlaşmasının nedenini ahlaki çöküntüde görmüş ve buna ilişkin düsturlar
geliştirmiştir. Felsefeye göre insan doymak bilmez olduğu için bozulmaktadır.
Bu kısmen doğrudur, çünkü bunun nedeni daha derinde yatar. İnsan sadece
iradesinin dışında cereyan eden toplumsal kuralların bir esiridir.
Peygamberlerse bu sorunu Tanrıdan aldıkları vahiy ile çözmeyi vaat etmişlerdir.
İnsanın yozlaşmasının, toplumların bozulmasının, “insanın birbirinin kurdu”
olmasının nedenini felsefe bir türlü anlayamamıştır. Ne zamana kadar? En geç
19. yüzyıla kadar. Ta ki birileri bu bozulmanın nedeninin enflasyon olduğunu
söyleyene kadar. Bu işin şakası, bunu söyleyen olmamıştır, ama bu bozulmanın
nedeninin ekonomik ilişkilerden, yani üretim ve bölüşüm ilişkilerinden
kaynaklandığını söylemişlerdir. Thomas More, Meslier, Babeuf, Robespierre,
Sismondi, Weitling, Owen ve nihayetinde Marx, bunun nedenini ekonomik
ilişkilerde, yani üretim ve bölüşüm ilişkilerinde görmüşlerdir.
Bu yazıyla basit
bir sömürü sömürülen eleştirisini tekrar etmeyeceğiz. Kanımızca içinde
bulunduğumuz durumun esas nedeni daha da derinde yatmaktadır.
Fazla Mal, Hızlı Değişim, Baş Döndürücü Tüketim
Yeniden başa dönersek… İktisadi bir
kavram olan enflasyon, günlük dilde şişme, kabarma, balon yapma demektir.
Etkisini ise ekonomik hayatta paranın miktarının aşırı çoğalmasında, banknotların
hacminin büyümesinde, hızla elden ele dolaşmasında ve bir bakıma onun hayalete
dönüşmesinde; yani varlığı hissedilen ama bir türlü bir yerde sebat etmemesinde
görürüz. Kısacası enflasyonla birlikte paranın aşırı miktarda çoğaldığını ama aynı
şekilde değersizleştiğini de görürüz. Bugün elimizdeki banknotların sıfırları
buna işarettir. İnsanlar eskiden enflasyonu, altın ve gümüş sikkelere katılan
bakırın miktarında veya sikkelerin hileyle hafifletilmesinde hissederdi.
Krallar altın ve gümüş sikkelere bakır karıştırırdı veya gramajını düşürürdü.
Bugünlerde sıklıkla düğünlerde takılan altınların sahte çıktığına dair haberler
okuruz. Eskiden en küçük altın çeyrek altındı, şimdi birçok insan düğünlerde 1
gram altın takmaya başlamış. Bu da enflasyona bir işarettir. Halkın alım gücü
azaldıkça, taktığı altının miktarı da azalmaktadır (bunu insan ilişkilerindeki
değersizleşme olarak da okuyabiliriz).
Enflasyon sonuçta malın bolluğu, ama
alım gücünün zayıflaması demektir. Bu durum insan ilişkilerini hem dolaylı hem
de doğrudan etkiler. Daha doğrusu insanların birbiriyle olan ilişkisinin
karakteri (toplumsal yaşam, kültür-sanat hayatı, bilim, yönetim, eğitim ve
doğrudan insani ilişkileri) üretimin nasıl yapıldığıyla, üretilen ürünün nasıl
değiş-tokuş edildiğiyle ve bu ürünlerin nasıl ve hangi hızda tüketildiğiyle
doğrudan bağlantılıdır.
Çok çok eskiden insanlar esas olarak
tüketebilecekleri kadar üretir ve sonra da ihtiyacından biraz arta kalanını,
başkasının ürettikleriyle doğrudan takas ederlerdi. İnsanlar bu takas sürecinde
buluşur, görüşür, bilgi alış verişinde bulunur, yeni havadisleri paylaşır, hal
hatır sorar, dertleşir ve akşam olunca da evine dönerdi. Üretilen malın kalitesi
ve miktarı bilinirdi, pazardaki takas edilme yöntemi de açık ve doğrudandı. Takas
edilme sürecindeki insan ilişkisi oldukça şeffaftı. Yalan, iki yüzlülük,
dalavere de olurdu ama hemen açığa çıkardı.
İnsanların ufku üretim yaptığı köyle ve
muhtemelen haftada bir kurulan pazar “beldesiyle” sınırlıydı. Karşı dağın
ardını çok az insan görebiliyordu ki bunlar da esas olarak ya yönetici
kesimdendi ya da din adamı veya maceraperestlerdi. Dolayısıyla toplumsal
değişim de oldukça ağır seyrediyordu. Kurumlar, yargı usulleri, yönetim işleri,
ahlaki normlar, insan ilişkilerindeki davranış yöntemleri vb. oldukça basit,
öngörülebilir ve çerçevesi kalın hatlarla belirlenmişti. Değişmeyen bu
ilişkiler zaman zaman sıkıntı yaratırdı ama sıradan insana rahatlık (huzur) ve
güvence de sağlardı.
Dolayısıyla biraz basitleştirmek
kaydıyla, insan ilişkilerindeki değişikliklerin temel dinamiğini pazardaki alış
veriş yöntemi ve tarzı belirlemekteydi. Haftada bir kurulan pazardaki alış
veriş sürecindeki görüşmeler, fikir alış verişi, yöntemlerdeki yeniliklerin
takas edilmesi, yeni bulunan madenler, geliştirilen yeni aletler ve teknikler
vs. hızla günlük hayatta uygulanıyor ve böylece değişimin hızı da nispeten artmış
oluyordu. Pazarların haftada bir kurulmasını tesadüfler değil, ihtiyaçlar
belirliyordu. İhtiyaçların çoğalmasıyla, yani üretimin artması ve yoğunlaşmasıyla
pazarların sayısı da artmış, çapı büyümüştü. İlk dönemlerde sadece ihtiyaçları
karşılamak için kurulan pazarlar, zamanla sermaye biriktirmenin, kâra kâr
katmanın, kısacası vurgun vurmanın arenası haline gelmişti.
Pazarlar, insanların ihtiyacını karşılamak için buluştukları yer
olmaktan çıkmış, büyük üreticilerin, sadece büyük kârlar elde etmek için başkalarını
çalıştıran tüccarların, simsarların denetimine geçmişti. Pazarın karakteri bütünüyle
değişmeye yüz tutmuştu. Zamanla pazarlar sadece büyük toptancıların buluşma
noktası haline gelecekti. Bugün artık bu iş borsada ve internet üzerinden
yapılmaktadır.
Pazarın karakterinin değişmesiyle
birlikte, yani insanların pazardan çekilmesiyle birlikte karşılıklı ilişkileri de
günden güne azalmış ve yok denecek noktaya gelmiştir.
Eskiden hayat basitti, şeffaftı,
kurallarsa katı ve kalın hatlarla çizilmişti. Zamanla hayat karmaşıklaştı,
ilişkiler daha bir girift hale geldi. Kurallar incelmişti insan da
“medenileşmişti”. Bunu şuna benzetebiliriz. Eskiden köy evlerinin kapı ve
pencereleri en sağlam ve dayanıklı ahşaptan yapılırdı, ama görünümü basitti ve
oldukça kabaydı. Bugün evlerimizin kapı ve pencereleri oldukça ince işlenmiş,
göz kamaştıran cilalarla kaplı, karmaşık düzeneklerle donatılmış ama en basit bir
darbede dağılıp giden malzemeden üretilmiştir. Eskiden ilişkiler basitti,
kurallar katıydı, değişim de oldukça yavaştı ama ilişkinin bir ağırlığı ve
değeri vardı. Bir söz namus demekti ve ölmek için yeterliydi. Bugünse kurallar
uçucu, sözlerinse hiçbir kıymeti yok; ilişkilerse maskeli ve aldatıcı.
Şimdi yeniden enflasyon ve pazar
metaforuna dönersek: ezelden beri insan ilişkilerinin dinamizmini, yani değişme
hızını ve kalitesini malın üretim hızı, malın değiş tokuş hızı ve malın tüketim
hızı belirlemektedir. Malın ancak ihtiyaca göre üretildiği, değiş tokuşun
doğrudan yapıldığı ve kanaatkar yaşayarak ihtiyacından fazlasını tüketmeme tutumunun
belirlediği alışkanlıkların yerini şimdi malların ne kadar ve nasıl
üretildiğini bilmediğimiz, onların nasıl değiş tokuş edildiğini bilmediğimiz ve
nasıl tüketildiğini de bilmediğimiz bir yaşam tarzı almıştır.
Her şey baş döndürücü bir hızla
üretiliyor, değiş tokuş ediliyor ve tüketiliyor. Dolayısıyla her şeyde bir
bolluk var ama hiçbir şeyin tadı tuzu yok. Peki bütün bunun sorumlusu kim veya
ne?
Mutasyona Uğrayan İnsan!
İnsanın insan tarafından sömürülmesinin
zirvesini şu anda içinde bulunduğumuz kapitalizm dönemi oluşturmaktadır.
Sermaye sürekli büyümek ve çoğalmak (birikmek, yoğunlaşmak) için insana bin bir
çeşit olanaklar yaratır; insanın aklına bin bir çeşit yöntem ve araç getirir.
Kurnazlık, hile, üçkağıt, madrabazlık vs. gibi yöntemler istisna oluşturur.
Kapitalizmin başvurduğu yöntem ve araçlar esasta akla, işlevselliğe ve
rasyonelliğe dayanır. Aksi takdirde ömrünü bu kadar uzun bir süre devam
ettirmesi imkansız olurdu.
Örneğin kapitalist üretim sürecinde
“değer” birbirinden farklı kılık ve biçimlere bürünerek varlığını devam
ettirmektedir. İnsan emeğinin somut bir ifadesi olan “değer”, üretim, pazar ve
tüketim sürecinde karşımıza önce “sermaye”, sonra “mal”, “kâr”, “faiz”, “rant”,
“ücret” ve en sonunda da “para” olarak çıkmaktadır. Bu kavramlar her zaman
özdeş olmamakla birlikte, en son tahlilde özdeş hale gelirler. Dolayısıyla paranın
değer kaybı, yani enflasyon, aslında emeğin değersizleşmesidir. Olaya sadece
insanın yarattığı emeğin değersizleşmesi olarak bakmayalım, aslında değeri kaybolan
emekçinin/insanın ta kendisidir. Emeğin değersizleşmesi, sadece
işçinin/emekçinin aldığı ücretin değer kaybetmesi değildir; emekçinin ürününe
ve kendine yabancılaşması da değildir, çünkü o ezelden beri vardır; aslında
değersizleşen şey insanın yarattığı HER ŞEYDİR: KÜLTÜR, SANAT, HUKUK, DEVLET
ORGANLARI, TOPLUMSAL KURUMLAR, MAKAMLAR, İTİBARLAR, SİYASET MAKAMI, PARTİLER,
AHLAK NORMLARI VE İNSANİ İLİŞKİLER…
Bunların hepsi kapitalist düzenin gözle
görülen ve işlevsel olan kurum ve ilişkileridir. Eğer kapitalizmi bir canlı
bedene benzetirsek, değersizleşen (hastalanan ve çürüyen) şeyin aslında bedeni
meydana getiren organ ve canlı dokunun ta kendisi olduğunu görebiliriz.
Aslında gelmek istediğimiz esas yer tam
da burasıdır: artık insanoğlunun ürettiği hiçbiri şey uzun erimli olamamaktadır.
Şeylerin tüketim (kullanım) tarihinin kısalmasıyla, içerdiği değerin miktarı da
azaltılmıştır. Piyasada bollaşan paranın değeri enflasyonla, yani onun el
değiştirme hızıyla birlikte onu yaratan emekçinin ürettiği her şeyi
değersizleştirmiştir.
Baş döndürücü bir hızda devir atan
üretim-değiş-tokuş ve tüketim süreci, toplumsala ait olan her şeyin ömrünü
kısaltmaktadır. Bu eşyanın tabiatında vardır. Tüketimin hızı, daima yeniliği
kışkırttığı gibi, yeni olanı da (ihtiyaç olsun olmasın) kitlelerin nezdinde
arzulanır hale getirmektedir. Medya, eğitim, sosyal medya, ahlaki ilkeler, reklam
teknikleri, yaşam tarzlarının manipülasyonu vs. bu durumun yaratılmasını
kolaylaştırmaktadır. Böylece sanat, siyaset, edebiyat, kurum ve ilişkiler de sürekli
yeniyi temsil etmek zorunda kalmaktadırlar. Yeniye yönelik dayanılmaz arzu, her
şeyi anında eskitmektedir. Bu arzunun gerçekleşme hızını, muazzam bir hızla
üretilen, dağıtılan ve tüketilen ürünün yarattığı imaj belirlemektedir. Kuşkusuz
bu yapay arzu, eskinin her zaman yeni olandan daha iyi olduğu anlamına gelmez.
Neticede herhangi bir yenilik gerekli olabilir, ancak bu gerekli olan yeninin
de kısa bir süre sonra buharlaşarak yerini bir başka yeniye terk edeceği
kesindir. Herkesin 15 dakikalığına da olsa meşhur olmasının sebebi işte bu
üretim ve tüketim hızının dayanılmaz sirkülasyonudur.
Sadece günlük hayattaki ilişkilerimiz
değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve bilimsel başarılarımızın da ömrü kısalmıştır.
Yaratılan değerler (cumhuriyetçilik, sosyal dayanışma, adalet, hakkaniyet vb.
kavramlar) gibi kazanılan mevzilerin de ömrü, sermayenin yoğunlaşma hızıyla, yani
üretilen malın tüketim hızıyla eşgüdüm içindedir. İlerleyen yıllarda kazanılan
mevzileri uzun süreli koruma çabası daha da zorlaşacaktır. Dikkat çekmek
istediğimiz esas nokta budur.
İnsanlığın yarattığı toplumsal
ilişkiler ilk kez bu derece bozulmaya yüz tutmuştur. Çünkü toplumsal ilişkilerde
ciddi bir mutasyon söz konusudur.
Matrix filmini bilmeyenimiz yoktur. Film, bozulan veya tersine dönmüş
insan-makine ilişkisini anlatır. Sermayenin kapitalizmle, daha doğrusu
sermayenin insanla olan ilişkisi de aynı durumdadır. Normal yaşamda sermayeye
hükmeden insandır (kapitalist). Ancak iş artık tersine dönmüş, sermaye
yoğunlaşmak (birikmek ve çoğalmak) için üretim-tüketim hızını olağan üstü artırmak
zorunda kalmış ve sürekli yoğunlaşmaya kodlandığı için de kapitalist bireyi
hizmetçisi haline getirmiştir.
Sermaye insan olmadan hiçbir şeydir,
ancak o insanı, onun zaafını (hükmetme, imkansızı başarma, yenilik icat etme,
olmayanı yaratma ve başarılı olma hırsını) kullanarak, yani onu kendi amacı
için maniple ederek kendi varlığını kuşaklar boyunca güvence altına almıştır.
Burada yeni bir durumla karşı karşıyayız. Canlı ile cansız madde bir ittifak
halinde kaynaşmış ve iç içe geçmiştir. Akılla, denetimsizlik, düzenle, kaos,
gereklilikle yapaylık; ilk kez bu derecede yoğun bir şekilde iç içe geçmiştir.
Daha doğrusu binlerce yıldır varlık gösteren bu organizma (sömürüye dayanan
hakimiyet ilişkisi) artık kontrol edilemez bir noktada bulunmaktadır. Çünkü
içinde bulunduğumuz üretim ve tüketim ilişkileri ağı en mantıklı olanımızı bile
cenderesine almıştır.
Diyelim ki eskiden belli miktardaki bir
sermaye, yüz kat artabilmek/yoğunlaşabilmek için yüz yıl çalıştırılıyorken bu
süre şimdi on yıla indi. Eskiden üretilen bir ürün insanlığın yüzde ellisine
elli yılda ulaşıyorken, bugün bu süre birkaç yıla indi. Eskiden imparatorluklar
ve güçlü devletler ömürlerini birkaç asır boyunca devam ettirebiliyorken, bugün
bu süreç birkaç on yıla inmiştir. Aynı durum bilim, sanat, kültür, edebiyat,
siyaset ve teori alanında da görülmektedir. Ürünlerin tüketim hızı (aslında bu
yaşam döngümüzün hızıdır) hayatın her alanını etkisi altına almıştır. Hız ve
hızın yarattığı zorlama, denetlenemez bir boyut kazanmıştır. Ölümcül hızla
birlikte tüketimin genleşmesi, yoğunlaşması ve yaygınlaşması artık toplumda kendi
içinde çökmelere neden olmakta; yayıldığı alanları tüketerek bir bakıma yaşayan
her şeyin canını alarak onları zombileştirmektedir. Nasıl ki rekabetin ve pazardaki
değiş tokuş hızının sonucunda içten içe kaynayan ve zamanla sınırlarını
patlatan ilk toplumlar, denetleyemedikleri bir hızın etkisiyle ortadan
kalkmışlarsa, içinde bulunduğumuz toplumlar da denetleyemedikleri
üretim-tüketim hızı nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıdırlar. Hatta
artık yavaş yavaş yok olmaktadırlar.
Son günlerin en önemli haberlerinden
biri şuydu: Bilgisayar şirketi Apple, dünyanın en büyük ve en zengin şirketi haline
gelmiştir. Değeri tam bir trilyon dolardır. Onu bir internet satış ağı olan Amazon
ve yine onu bir internet şirketi olan Google takip etmektedir. Artık enerji
devleri, bankalar, otomobil ve inşaat şirketleri sıralamanın çok çok altlarında
yer almaktadırlar. İnternette yaptığımız her işlem, Google’ın, Facebook’un vb.
reklam kârlarına yeni kârlar katmaktadır. Üretimin, pazarlama ve tüketimin hızı,
gerçek (rasyonel) üretim yapan şirketleri iktisadi hayatın dışına sürüklemektedir.
Bir bakıma elle tutulan, gözle görülen, somut varlıklar değer kaybederken,
görünmeyen, sanal ortamda varlık gösterenlerse aşırı değerlenmektedir.
Değerlenenlerse geri tepme yoluyla gerçek hayatımızı sanal hale getirerek bizleri
yapaylaştırmaktadır.
Son yıllarda dikkat çeken bir başka
gelişmeyse, toplumsal ayaklanmaların, isyanların ve kitle hareketlerinin anlık
patlamalar şeklinde ortaya çıkmalarıdır.
Üretim-dağıtım ve tüketim hızının toplumsal
hareketleri etkilememesi olanaksızdır. Kitlesel patlamalar artık daha ilkesiz,
daha az ömürlü ve daha az örgütlü hale gelmişlerdir. İnsan psikolojisinin
irrasyonelliği ve kitle hareketlerinin uğradığı mutasyon, yeni bulgular
temelinde (bilimsel, felsefi, teknolojik açıdan) incelenmeli ve
değerlendirilmelidir. Bütünlüklü bir düşünsel yönelime ihtiyaç olduğu çok
açıktır.
İklimlerin temelde uğradığı değişiklik,
mevsimleri de iç içe geçirmiştir. Aşırı sıcaklar, aşırı yağışlar, aşırı
soğuklar gelip geçici değilse, o zaman içinde yaşadığımız kentlerin örgütlenmesini
(konutların yapısı, caddeler, sokaklar, dereler, kanalizasyon sistemi, çöpler,
parklar, ısınma ve enerji tüketimi vs.) yeniden temelden düşünmek gerekir.
Sadece kentlerin ve konutların yapısını değil, aynı zamanda ulaşım yöntemini,
tarım ve hayvancılığı, tatil anlayışını, doğanın mevcut yapısını (göller,
dereler, ırmaklar, yaylalar, kıyılar, ekilebilir araziler vb.) yeniden düşünmek
gerekir. Teknolojinin imkanlarıyla kentleri betonlaştırabildiğimizi kanıtladık,
ama aynı zamanda derelerin, su kanallarının, kanalizasyon sistemlerinin çok
kısa bir süre içinde iflas ettiğini de göstermiş olduk.
Yeniden toparlarsak, sermayenin
yoğunlaşmasının zorunlu bir sonucu olan üretim-pazar-tüketim humması (aşırı
ısınma) bütün ilişkiler gibi kazanımlarımızı da kısa ömürlü hale getirmektedir.
Aydınlanma ve modernleşme dönemlerinin
(birkaç kuşaklık dönem) hemen ardından baş gösteren gerici dalga, barbarlaşma
ve canavarlaşma belirtileri insan iradesinin dışındaki olgulardır. Bunun temel
nedeni, üretim ve tüketim hızının yarattığı insan ilişkisinin karakteridir.
İnsan bu ilişkiler ağında çaresizdir, mutasyona uğramış ve esir alınmıştır.
Sanırız teorik anlamda bu süreç iki
aşamada yavaşlatılabilir veya kırılabilir.
Sermayenin üretim sürecini yeniden
düzenleyerek, yani üretimi ihtiyaca uygun hale getirerek, ama aynı zamanda tüketim
hızını kamçılayan alışkanlıklarımızı kökten değiştirerek. Aksi takdirde
insanlık daha büyük felaketlerle karşı karşıya kalacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder